sevdiğim filmler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sevdiğim filmler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

06 Temmuz 2021

Ağaçkakan - Tom Robbins


Öykü sevdiğim bir tür değildi. Neden mi? İçine giremediğimi, girdiğimde de bitiverdiğini düşünüyordum. Sanırım bu düşüncede öyküyü -yanlış bir biçimde- romanın kısası olarak algılamanın etkisi büyük. 

Bu sene bir dizi nedenle, öykünün bambaşka bir tür olduğu gerçeğini -bu yaşımda- keşfettim. Bu keşif çok keyifli oldu zira bir sürü öykünün kapısını araladı bana. Öykü kitaplarını baştan başlayıp sonuna kadar okuduğum gibi, çoğu zaman da, aralarından seçtiklerimi okuyarak da sevdim. Bunun teknik zorluğu buraya dökümünü yapamamak oldu sadece. Ama belki bir ara bir öykü yazısı yazarım. 

Öykünün yoğun ritmine alışan zihnim bu kez de romanda bocalamaya başladı :) Okuyorsun okuyorsun bir türlü bir şey olmuyor, bir konuya bağlanmıyor gibi bir sabırsızlık yaşamaya başladım. Bir tür futbol basketbol maçı izleme farkı gibi. Birinde bir gol atana kadar 90 dakika koşuyorsun öbüründe bir o potaya bir potaya üçlükler havada uçuşuyor. 

Bu zorluğun üstesinden gelmek için "neşeli" bir roman kattım araya. 

Tom Robbins hep bizimle kafa bulur, keyiflidir. Nitekim Ağaçkakan da keyifliydi. 

Dünyaca meşhur bir bombacı olan Bernard ile devrik bir kraliyet ailesinin prensesi Leigh-Cheri'nin aşkını anlatıyor Ağaçkakan. Bir Tom Robbins romanı daha fazla özetlenemez bence. Yine kainatın sınırlarında dolaşıp Camel sigara paketindeki sırları çözüp bir tavan arasında mahpus hayatı yaşayıp Robbins'in zihninin hızına yetişmeye çalıştık bu kitapta da. 

25 Nisan 2021

Agnes Varda haftasonu

Fransız Yeni Dalga akımının büyükannesi olarak bilinen Agnes Varda ile dolu bir hafta sonu geçirdim.

Agnas Varda'nın filmleri, belgeselleri yeni anlatım tarzları, teknik yenilikler ve eşsiz bir görsel bakış içeren denemelerle dolu. İlk mesleği olan fotoğrafçılık da bunda etkili. 

İlk olarak Agnes Varda'nın otobiyografik-belgeseli "Agnes Varda'yı Anlatıyor"unu izleyince, gerisi de geldi. Mutluluk (film), Cleo 5'den 7'ye (film) ve Toplayıcılar (belgesel) hepsi muhteşem.



 


































03 Ekim 2020

Fener Balığı - Nuray Atacık


Nuray Atacık çok yenilerde duyduğum ve ilk kez okuduğum bir yazar. Kitabı okurken, "sanki bunu bir erkek yazmış" hissiyatına kapıldım. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum, mekanın cinayet büro, ortamın ve jargonun erkek egemen olmasından kaynaklanıyor tabii bu. 

Polisiye kitaplardan ipucu vermeden bahsetmek zor oluyor. Fener Balığı için de bu kural geçerli tabi. Ama kitabın merkezine Cinayet Büro'nun, Murat Amir ve ekibinin oturduğunu söylemek mümkün. Ekibindekilerden kısaca bahsedersek: delişmen, yakışıklı, kadınlara fazlasıyla ilgili genç Halil, alaylı, biraz eski kafalı polis Ahmet ve ekibin atom karıncası akıllı mı akıllı Esin. Esin bu kadar erkek polis içinde parlıyor adeta.

Konuya gelince... 

Genç kızların sevgilisi, genç, yakışıklı ama biraz hoppa Boğaziçi Üniversitesi son sınıf öğrencisi torbacı Sercan'ın başının belaya girmesiyle hayatımıza giriverir karizmatik, kadın düşkünü, hırslı Barlas. Peşinden de güzel fakat kompleksi eşi Gaye, Barlas'ın asla vazgeçemediği sevgilisi Meltem... Onlar bir yanda hırslarıyla,varolma savaşıyla birbirleriyle didişirken, biz müritleriyle, abileriyle İstanbul'un ortasında bir tarikatın içinde buluruz kendimizi. Bu birbirleriyle asla yan yana gelmeyecek dünyaları ve insanları ise ancak bir cinayet buluşturur. 

Fener Balığı keyifli bir okuma sağladı. Yazarın ikinci kitabı Bukalemun'u da listeye ekledim böyle olunca. 

Kitabı bitirince bile isminin neden Fener Balığı olduğunu bir türlü çözemedim. Oldukça çirkin, koca ağızlı bu balıkla denizin dibini bulan karakter arasında bir bağ da kuramadım. Çözen, bilen varsa haber etsin...  

07 Eylül 2020

Gözlerindeki Sır - El Secreto De Sus Ojos (2009)


Cumartesi günü Netflix'e yeni düşen "Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum"u izledim. Daha doğrusu izleyemedim. Başrolündeki şirin kadına rağmen sevmedim, beğenmedim, sonunu da getiremedim. 

Pazar günü ise isabetli bir seçim yaparak, 2009 yapımı başrollerinde harika Ricardo Darin ve bence büyüleyici Soledad Villamil'in oynadığı polisiye-gerilim türündeki Gözlerindeki Sır'ı izledim. Arjantin-İspanya ortak yapımı film, adalet kavramına odaklanarak yargı sistemi, suç-suçlu ilişkisini, devletin karanlık ilişkilerini (esasen faşist bir yönetim biçimi altında adaleti) sorguluyor. 

Arjantin bazı açılardan bize çok benziyor. (Örnek çok da en bilineni 1976-83 yılları arasında ülkenin yönetimine el koyan askeri rejim sırasında kaybolan/kaybedilen çocukları için 43 yıldır Devlet Başkanlığı Sarayı önünde toplanan Plaza de Mayo anneleri gibi...)

Filmin konusu...

1999 yılında artık emekli olmuş eski savcılık müfettişi Benjamin Esposito, 1974 yılındaki bir tecavüz-cinayet davasını zihninde ve duygularında bir türlü kapatamaz ve bununla ilgili bir roman yazmaya karar verir. Davayı aklından atamayan tek kişi Benjamin de değildir üstelik. Cinayet-tecavüze kurban giden gencecik kadının kocası,  o dönem birlikte çalıştıkları arkadaşları için de bu dava hayatlarında bir dönüm noktasıdır çünkü adalet tecelli etmemiştir. 

Böyle kabaca anlatılınca filmin inceliklerini sezmek çok zor oluyor, ancak filmin çok usta işi olduğunu söyleyebilirim. Zamanında da kazanılmadık ödül bırakmamış zaten. 

Filmin çok etkileyici sahneleri var: 

Stadyum sahnesi bunlardan biri... Bir diğeri başkahramanın "korkuyorum" notu... bir başkası asansör sahnesi... enfes... ipucu vermeden bunları anlatmak çok zor vesselam, izlemediyseniz izleyin. 


02 Ağustos 2020

Kraliçe ya da Ancak Başına Bir Talihsizlik Geldiğinde Kendini Bulma Sanatı


Delphi’de muhafazakar, kapalı bir ailede büyüyen Rani (anlamı kraliçe demekmiş), düğününe iki gün kala Londra görüp esas kızımızı beğenmeyen nişanlısı tarafından terk edilir.

Rani’nin önünde iki seçenek vardır: ya oturup kaderine ağlayacak ya da uzun süredir planladığı Paris balayına tek başına gidecektir. Rani ikinciyi seçer.

Rani, Paris’e adımını attığı andan itibaren kendini yetiştiği kültürden, kendi değerlerinden oldukça farklı insanlar içinde bulur. Ancak yargılamaz, kabul eder, uyum sağlar, keşfeder, eğlenir ve hiç gülmediği kadar güler.

Bir kendini bulma hikayesi olan filme, Hint filmlerinin olmazsa olmazı renk şamatası, dans ve müzik eşlik ediyor.




01 Ağustos 2020

Toskana Güneşi'nin Altında - Kadınların Evrensel Yanlışları

İyi hissettiren filmler diye bir kategori var (ihtiyaca binaen hemen ekliyorum) Bu kategorideki filmlerin çoğu güldürüyor, eğlendiriyor ama isteyene hayat dersi de çok. Mutluluk ve anlam meyvelerinden sabırla bal toplayan kadınlar seviyor bu filmleri, ademoğulları dudak büküyor. 

Sevgili arkadaşım Yamicka tavsiye etti orijinal adı Under The Tuscan Sun olan filmi bana; yanıltmaz, izlemeden de biliyordum. Niyeyse Toskana Güneşi Altında demek varken, Kızgın Güneş diye çevrilmiş. 

İtalya ışığı, güneşi, kırları, eski bir İtalyan evi, kadeh kadeh şarap, her boy ve çeşitten hoş İtalyan erkekleri ve kadınları, bol bol kahkaha eşliğinde müsadenizle filmin konusuna geçiyorum. 


Frances Mayes, 35 yaşlarında oldukça başarılı bir eleştirmen ve yazardır. Düzen kurulmuş, hayat 
mutlulukla akmaktadır. Frances bir tesadüf eseri kocasının onu aldattığını öğrenir, dünyası başına yıkılır. Aldatılmış, boşanmış, birlikte oturdukları evi de boşanırken eski kocasına kaptırmış Frances, derin bir depresyona sürüklenirken yakın arkadaşı Patti'nin bunu fark etmesi ve onu bir İtalya tatiline zorlamasıyla olaylar gelişmeye başlar. 

Frances, İtalya tatiline ayaklarını sürüyerek depresyonunu da alıp gider. Ancak ani bir kararla İtalya'da eski bir kır evi satın alarak kalmaya karar verir. Hayatta kalp acısının geçmesini beklerken yapılacak en iyi şeyi yapar, evi baştan aşağı yeniler, hummalı bir çalışmanın içine girer. Ama farkındadır ki, bir evi ev yapan dört duvar değildir. Hayatı paylaşacağı bir soluk arar. Tabi İtalya'da olduğumuzun da altını çizerek, bu soluğun cama üflenmesiyle bir müddet sonra yok olmasının kaçınılmaz olduğunun da altını çizmek gerekir. 




Patti'nin yanına gelmesi, yaşadığı yerdeki insanlarla arkadaşlıklar geliştirmesi, aşklara-mutluluklara tanık olması Frances'e aile kavramını, mutluluğu yeniden düşündürtür, adeta içinden bir ses demektedir ki, sen gideceğin yolu yürümeye başla, hiç ummadığında illa seninle yürümek isteyen çıkacaktır. 

Neşeli, coşkun karakterli İtalyanların boy gösterdiği, Amerikalı kadın bir yazarın başrolde oynadığı bir filmi izleyen Türkiye'den bir kadının, biz kadınların evrensel yanlışlarını görüp de bununla eğlenmemesi mümkün değil. E kendin yaşayınca gülmüyorsun... doğru söze ne denir.  

Son bir hoşluk: Film, Amerikalı yazar Frances Mayes'in "Toskana Güneşi Altında: Evde, İtalya'da" isimli anılarından derlenerek Audrey Wells tarafından beyazperdeye taşınmış. 

31 Temmuz 2020

Amadeus

İş zamanı arzu edilen uyku, bayram sabahı kaçar. Kaçınca da uzun süredir izlenmeyi bekleyen Amadeus izlenir. 

Müzik tarihinin en büyük dehalarından biri olan Mozart'ın hayatını konu edinen film, 18. yüzyıl Viyanası'nda beyaz perukluların, korsajlı elbiseli  kadınların, aşırılıkların arasında bizi opera, müzik, sanat dolu bir atmosfere götürüyor. 


Filmde, deha Mozart'ın günlük yaşamındaki tutarsız karakterine, savruk yaşam tarzına, zaman zaman otorite ile alaya varan ilişkisine odaklanıyoruz. Rakibi Saray Müzisyeni Antonio Salieri'nin kıskançlıkla ördüğü tuzaklara rağmen Mozart eserlerini üretmeye devam eder. Zaman zaman imparatorun öfkesine ve sansürüne de uğrayan eserleri, hak ettikleri takdiri görmese ve Mozart'ı umutsuzluğa ve ekonomik iflasa sürüklese de Salieri başta olmak üzere birçokları onun dehasının farkındadır. 

Hem kulağa hem göze hitap eden, oldukça coşkulu Amadeus, film olarak tam not verilecek bir yapıt, ancak sanat eserleri belgesel nitelikte değiller. (Tarihi diziler, filmler üzerinden öğrenmek isteyenler için büyük bir handikap :) Amadeus, kurgusuyla çok başarılı bir yere otursa da unutmayalım gerçek bir Mozart portresi sunmaktan oldukça uzak bir yapıt. 

Mozart gerçekte çok küçük yaşlarda ortaya çıkan dehasıyla Avrupa'nın klasik müzik anlamında en büyük eserlerinin üretildiği başta İtalya olmak üzere birçok ülkesini dolaşmış, birbirinden ünlü sanat adamları eserlerini dinlemiş, onlarla çalışmış, dehasının üzerine disiplinli çalışmasını da koyarak eserlerini kılı kırk yararak emek emek üreten bir besteciydi. Yaşamındaki mali sıkıntıları da anlatıldığı kadar derin ve uzun soluklu yaşamadı. Mozart'ın hayatında Saray Müzisyeni Salieri ile yaşadığı rekabet varsa bile çok büyük önem taşımadı.Filmin yapımcılarının da ifade ettiği gibi, filmin senaryosuna ilham veren asıl hikayenin Habil ile Kabil çekişmesi olduğunu da not düşelim.

25 Temmuz 2020

Edebiyat ve Patates Turtası Derneği

Hep birlikte zor bir hafta geçirdik. Artık konuşmak bile istemediğim şeyler. Böyle durumlarda yüreğimi sakin bir yere dinlenmeye çekemediğimden, dışardan görüntüm habire konuşup hop oturan hop kalkan bir insan. (Asıl konuların üzerinden atlamak için herhalde) Hepimizin böyle içiyle dışını ters köşe yapan tepkileri vardır eminim. En nihayetinde hafta bitip işten kendimi sığınağa atınca, içinde küçük, sıcak insan öyküleri olan, iyilik barındıran filmler izlemek, kitaplar okumak bir nebze olsun umut tazeliyor, diyorsun ki bunu da bir insanoğlu hayal etti, senaryoyu yazdı; tüm insanlık umutsuz vaka değil.  

İsmine bakıp bakıp bu da herhalde tebessüm garantili bir film diye izlemeye karar verdiğim "Edebiyat ve Patates Turtası Derneği (orijinal isim "The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society"), sıcak, dostluğun, arkadaşlığın, aşkın ve edebiyatın başrollerde yer aldığı bir yapım.  



Yavaş yavaş tanınmaya başlayan ve öncesinde yazdığı birkaç kitabı beğeni toplayan özgür ruhlu yazar Juliet, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin işgal ettiği Manş Denizi kıyısındaki Guernsey Adası'nda yaşayan ve filmin adındaki gibi bir edebiyat derneği kuran insanlarla iletişime geçer. 

Derneği ve dahası üyelerini merak eden Juliet, tası tarağı toplayıp adaya gitmeye karar verir. Ada sakinleri ve dernek üyeleriyle başta bana aşırı teklifsiz gelen bir ilişki kurmaya başlayan ve binlerce sorusuyla herkesi canından bezdiren Juliet, aslında derin bir yaraya parmak basmaktadır. Bu sebeple başlangıçta -anlaşılabileceği üzere- pek hoş karşılanmaz. Ama Juliet'in de savaş nedeniyle benzer ıstırapları vardır ve dernek üyeleriyle kısa zamanda sıkı bir bağ oluşturur. Bu bağ, hem onların hem de Juliet'in hayatını geri dönülmez biçimde değiştirecektir. 



Mary Ann Shaffer ve Annie Barrows'un aynı isimli kitabından uyarlanan filmde, insani dramların yaşandığı, kötülüğün egemen olduğu, herkesin aç ve savunmasız olduğu bir ortamda dostluğun ve kitapların insanları bir araya getirme gücü ve hayatta kalma azmi yaratması konu ediliyor. Filmin bir kahramanının ağzından söylemek gerekirse, 

"Hepimiz açtık, ama asıl aç olduğumuz konu: arkadaşlık, başka insanlarla birlikte olmak ve paylaşmaya açlığımızdı"

19 Temmuz 2020

İki Papa

Normalde çok kitap okur, az film izler bundan da şikayet ederdim. Yeni normalde az kitap okuyabiliyor, daha fazla film izliyorum ama şikayet etmiyorum, napalım olaylar böyle gelişti. 

Geçen yıl konuşulan filmlerden biriydi İki Papa, kitapta da filmde de çok konuşulunca ben kaçıyorum. E artık konuşulmadığına göre izleyebilirim diye düşündüm. 




Her ne kadar filmin adı İki Papa olsa da biz Papa Benedict'ten çok Arjantinli Papa Fransuva'nın hayatına ve yaşadıklarına yoğunlaşıyoruz. İki yaşlı adamın sohbeti olarak seyreden bir filmin oldukça sıkıcı olma olasılığına karşın senaristin mahareti olarak bu hoş sohbete dahil oluyoruz. Filmin senaryosu, Herşeyin Teorisi ile Stephen Hawking, En Karanlık Saat ile Winston Churchill ve Bohemian Rhapsody ile Freddie Mercury'nin hayatına odaklanan işleriyle tanınan Anthony McCarten'a ait.

Film bizi ilk olarak 2005 yılına -papalık seçimine- götürüyor. Anthony Hopkins'in canlandırdığı sonradan Papa Benedict adını alacak Kardinal Joseph Aloisius Ratzinger, muhafazakar, rekabetçi ve istekli bir aday olarak seçimi kazanıyor. Seçim sırasında sonradan bizim esas adamımız olacak Jonathan Pryce'ın canlandırdığı Kardinal Jorge Mario Bergoglio (daha sonra Papa Fransuva adını alacak) aldığı her oya şaşırıyor, ama tabi kazanamıyor. Bergoglio son derece mütevazi bir tip. (Bu arada bu isim karmaşasına takılmamak lazım, filmi izlerken yormuyor insanı)

Neyse efendim... 2005 yılındaki seçimde Papa Benedict seçimi kazanıyor, biz sonrasında 2012 yılına geliyoruz. Bu tarihte, Papa Benedict ile Bergoglio Vatikan'da bir araya geliyor. Uzun sohbet sahneleri işte bu tarihe ait. Papa Benedict, aslında görevi devredecek uygun bir aday arayışındayken; mütevazi Bergoglio'nın derdi ise bir an önce emeklilik dilekçesini imzalatmak.  


İki Papa'nın sohbeti, bizi tarihin karanlık noktalarına götürüyor; bir yanda Nazi olmakla suçlanan kuralcı, gelenekçi Benedict diğer yanda bir zamanlar ülkesindeki askeri cuntaya destek vermekle suçlanan sade, lüks sevmeyen, tango ve futboldan hoşlanan Bergoglio. Bu sohbet sırasında Bergoglio'nun kendi kişisel tarihine gidip nasıl bir dönüşüm geçirdiğine, kiliseye yönelik eleştirilerine tanıklık ediyoruz. Hristiyanlığa, Katolik inancına ilişkin birşeyler bilmeyen biri için bile bir kişinin dramatik öyküsü aynı zamanda film. Bonus olarak da ilgi duyanlara, Kilise'nin yaşadığı çalkantılar, Papalık kurumu, dinde reform talepleri eşlik ediyor. 

Eğer Vatikan'ı gezme fırsatınız olduysa, sürprizzz gezdiğiniz yerleri filmde görebilirsiniz. Meğer filmin çekimleri için 1473 yılında yapılan Sistina Şapeli'nin birebir kopyasını yapmışlar. 

12 Temmuz 2020

Süper Kahramanlar Emekli Olur Mu?


İşte yine sandıktan çıkardığım bir film daha “Birdman veya Cahilliğin Umulmayan Erdemi” ismini taşıyor. Meğer çekildiği 2014’de çok ses getiren bu film (hiç hatırlamıyorum) en iyi özgün senaryo ve en iyi film ödüllerinin sahibi olmuş.



Arjantinli yönetmeni Alejandro Gonzales Inarritu’nun adını anımsayamasam da çektiği 21 Gram ve Paramparça Aşklar Köpekleri biliyorum. Gerçekten sıradışı bir yönetmen ve yine sıradışı bir iş yapmış. İzlerken zaman zaman yorsa da filmin çekim tekniği oldukça ilgi çekici; sanki kamera çekime başlamış ve aralıksız çalışmış, en son filmin sonunda kapanmış gibi, bu nedenle ne zaman filmin içindeki tiyatro oyunundayız ne zaman günlük hayata dönüyoruz bazen karıştırıyoruz. Oldukça gerçekçi bir anlatımı var.

Film adeta bir ünlüler geçidi… Herhalde en az tanınan da başrolde oynayan Michael Keaton’dır. Onun dışında Emma Stone, Naomi Watts, Edward Norton rollerinin hakkını bir güzel veriyor.



Riggan, bir zamanlar Birdman serisiyle üne kavuşan 50 yaşlarında bir aktör. Aradan geçen yıllardan sonra Broadway’de bir oyunu sahneye koyup oynayarak “ben ölmedim” deme peşinde. Sahneye koyacağı oyun da benim açımdan bir sürpriz oldu, yeni tanıştığım ünlü Amerikalı öykü yazarı Raymond Carver’ın bir eserinin sahne uyarlaması.

Riggan bu oyuna büyük bir anlam yükler; adeta bir varolma savaşıdır bu onun için. Oyunun başarısı ve başarısızlığı onun hayatla kurduğu ilişkide ince bir çizgidir adeta.