roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Haziran 2021

Köpekbalıklarının Dengesi - Caterina Bonvicini

Pek çok kişi Köpekbalıklarının Dengesi'nin ana konusunun depresyon olduğunu yazmış. Bence asıl mesele doğanın, hayvanların, insanların dengesi. Pek tabii ki, kitap insanın dengesini yitirdiği durumlara -depresyon- da değiniyor, ama bence bütün mesele dengede. Aynı zamanda aile bağları romanı bu kitap: çok bilinmeyenli ailenin neler üretebileceğini artık tahmin edebiliyoruz.

Kitap, köpekbalıklarının davranışlarıyla ilgili çok hoş detaylara yer veriyor. Kendini bütün canlıların üzerine koyan ancak gayet sıradan olan insanlara davranışlarının sıradanlığını bu kez köpekbalıkları üzerinden anlatıyor.   

Veee herşeyiyle bir İtalya kitabı Köpekbalıklarının Dengesi...  

Arka kapak şöyle anlatmış konuyu: 

"Bu romanın başat kahramanları hem kişisel sorunlarıyla başa çıkmaya çalışan Sofia, hem de hayat tarzı ve davranışlarıyla sandığımızdan daha insancıl olan köpekbalıklarıdır. 

Caterina Bonvicini, genç bir kadının süregiden ruhsal dramının yanı sıra onu en yakınındakilere bile saldırmaya iten umutsuzluğunu, bu arada hayata bakışta köpekbalıkları eşliğinde olgunlaşmasını duru ve şiirsel bir üslupla anlatıyor."

02 Haziran 2021

Bülbülü Öldürmek - Harper Lee


Okumayan en son benim kaldığım bir kitabı anlatmak da ne bileyim biraz tuhaf :) Olsun, tuhaflık bizim işimiz. 

ABD'nin güneyindeki hayali Maycomb kasabasında geçen kitapta, "kendine benzemeyene, ötekine düşmanlık" konusu ele alınıyor. Tahmin edersiniz ki, yer ABD'nin Güney'i ve konu öteki ise işin içinde bir siyah düşmanlığı olmazsa olmazdır. 

İşlemediği bir suç nedeniyle yargılanan Tom isimli siyahinin yargılanması, kasabanın suça ve potansiyel olarak suçlu gördüğü "kendinden farklı insana" bakış açısını ortaya koyar. Birbirini uzun zamandır tanıyan kasabalıların büyük kısmı, yargılama başlamadan dahi suçluyu ilan ederken; azınlıkta da kalsa peşin hükümlü olmayanlar da vardır. Kitap, Scout isimli küçük kız çocuğunun gözünden anlatıyor. 

Çocukların gözünden anlatılan kitapları, çocukça değil cesurca buluyorum. Önyargıların kirletemediği insanın ne olduğunu hatırlamamız için yazara da okuyucuya da imkan tanıyor. 

05 Ocak 2021

Atmaca - Hikmet Hükümenoğlu


Lise son sınıf öğrencisi Ömer, edebiyata, filmlere, müziğe tutkun, arkadaşlarıyla kendi küçük dünyasında yaşayan bir çocuktur. Romanın açıldığı tarih olan 1995'te Ömer, lisenin bitmesini iple çekmekte ve yeni bir hayata başlamak için sabırsızlanmaktadır. 

-Tıpkı benim gibi-  kuponla ansiklopedi alınan, karışık kasetlerin doldurulduğu, Blade Runner'ların, Trevanian'ların döneminde çocukluğu geçen Ömer'in ailesi mütevazi, okumuş, tipik bir memur-öğretmen ailesidir.  

Ömer'i 1995'ten alarak 2019'a kadar getiririz. Bu süreçte, Ömer de ülke de ilişkiler de değişir, dönüşür. Değişmeyen tek şey "gerçek"tir demek isterdim ama gerçek kavramının kendisi bile değişerek sorgulanabilir hale gelir. 

Körburun ile tanıdığım Hikmet Hükümenoğlu'nu çok etkileyici ve sersemletici bulmuştum. Atmaca, hem daha sakin hem daha güncel bir okuma sunuyor bize. Körburun'a da ufak ufak selamlar yolluyor ama bir devam kitabı değil, sadece kaldığı yerden anlatıyor. 

22 Aralık 2020

Ev - Nermin Yıldırım



Ev nedir? 

Huzur, aile, "başını sokacağın bir yer", dışarının hayhuyunu dışarıda bırakacağın bir sığınak...

Peki, ev hayatsa, hakikatse, belleğimizde yer edenler ya da tam tersi hatırlamak istemediklerimizse, iyisiyle kötüsüyle yarattığımız bir gerçekse eğer... Ev (romanı),  hatırlamayı başaramadıklarımızı, tercih etmediklerimizi didiklemeye, hem bireysel hem de toplumsal yaraları kaşımaya zorluyor. Başta tatlı tatlı, sonrasında "e yeter bu kadar" diyeceğimiz türde bir kaşıma. Hayata dair bildiklerimizin neredeyse tamamını biraz da canımızın acıdığı, kaşınan yerlerden öğrenmiyor muyuz?

Kendini hep evsiz hisseden, bir eve sahip ol(a)mayan, sığınacağı bir ev bulamayan Seher'le birlikte uzun bir yolculuğa çıkıyoruz kitapta. Portekiz Porto'dan İspanya Santiago'ya uzanan gerçek bir haç rotası olan Camino de Santiago boyunca Seher'in hem fiziki hem ruhsal yolculuğuna eşlik ediyoruz. Her yol, yolculuk gibi biraz çileli, çile çektikçe de hafifleten sağaltan bir yolculuk. "Söz verdiği yolculuğa" çıkan Seher, bu yola her ne kadar tek başına çıkmak istese de arkadaşı Ogo'nun onu yalnız bırakmamasından da memnundur. Seher'in yolda edindiği arkadaşlar ve pek tabii onların bu yola çıkma hikayeleri de vardır.

Seher'in yol hikayesinde, hatırlama-unutma-bellek ilişkisini irdeleyen Nermin Yıldırım, bir yandan da aileye, güvene, bağlanmaya ilişkin bildiklerimizi eşeliyor, bolca soru işaretleri bırakıyor aklımıza. 

Kitapla ilgili "keşke" diyeceğim tek konu, "Sonsöz" bölümü olabilir. Yazarımızın tercihine karışamasak da fazla uzun tutulmuş buldum. 

05 Aralık 2020

Sinekli Bakkal - Halide Edip Adıvar


Sinekli Bakkal'ı siyah beyaz, cızırtılı, görüntüleri atlayan eski bir filmi izler gibi okudum. Meğer gerçekten de böyle bir filmi çekilmiş yıllar yıllar önce. 

Osmanlı'nın çöküş döneminde, Abdülhamit devrindeyiz. İstanbul'un daracık, kargacık burgacık bir sokağı.... Sinekli Bakkal'ın telaşesi içinde imamın kızı Emine, orta oyuncusu, karagöz oynatıcısı Tevfik'e gönlünü kaptırır. Sahnede kadın taklidi yaptığı için "Kız Tevfik" lakabıyla anılan Tevfik, neşeli, deli dolu, kabına sığmaz bir delikanlıdır. 

Emine'nin gönlü Tevfik'e düşer ama yaptığı işten, girdiği kılıktan memnun değildir. Şart koşar, evleneceksek bu işi bırakacaksın. Tevfik aşkına kavuştuğunu sanarken, esas büyük aşkı, hayatının ışığı olan oyunculuktan olur. Sonrası perperişanlık... 

Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal romanı bu kırık dökük aşk hikayeyle başlıyor. Emine ve Tevfik'in aşkından doğan Rabia ise kitabın asıl başkahramanı oluyor. 

Billur sesli, güzeller güzeli Rabia küçücük yaşında imam dedesinin de etkisiyle İstanbul'un en tanınmış hafızı haline geliyor. Rabia gelenekçi, törelere sıkı sıkıya bağlı. Ama bir yandan da babası, Kız Tevfik'in iyi kalpli, sanatına düşkün saflığı onda adeta yeniden doğmuş. Sanata aşık bir genç kız. Ama kalbi ayrı telden çalıyor Rabia'nın, ona söz geçiremiyor. 

Halide Edip, çok iyi bildiği bir dönemi ve şehri anlatıyor bize. İmparatorluğun çöküş döneminde padişahın artan baskısı, Jöntürk Hareketi ve mutlak hakimiyetin kırılma çabaları, payitahtta düzeni sağlamak için Fizan'a, Yemen'e, Şam'a sürülen onlarca masum insan, düzenin yıkılması gerektiğini savunup evinin korunaklı çatısının altından çıkmayı göze alamayan beyzadeler, kötü yönetimi bile bile devam ettiren vicdanıyla görev bilinci arasında sıkışıp kalan paşalar...Halide Edip'in çok sevdiği ve vazgeçmediği konusu Doğu-Batı ikilemi kitabın her yerinde zaten. 

Sinekli Bakkal'ı, Halide Edip'in anıları Mor Salkımlı Ev ve Türk'ün Ateşle İmtihanıyla birlikte okudum. Bugünden uzaklara gitmek istedim. Güncel olmasın istedim. Herkesin sorunlarla bir baş etme yöntemi ya da çaba harcama biçimi var. İyi geldi. 

1967 tarihli siyah beyaz Sinekli Bakkal filmine de göz ucuyla baktım. Rabia'yı Türkan Şoray oynamış. Bayılırım Türkan Şoray'a ama sanki Rabia'yı ince uzun şöyle Itır Esen'in gençliği gibi biri oynamalıymış. Filmde, Kız Tevfik rolünde Erol Günaydın, Peregrini rolünde ise Ediz Hun var. 

14 Kasım 2020

Yetişkinlerin Yalan Hayatı - Elena Ferrante


Napoli Romanları'nın gizemli yazarı Elena Ferrante bizi bir kez daha Napoli sokaklarına götürüyor. 

Napoli'de oldukça güzel koşullarda, akademisyen ve öğretmen anne-babasıyla büyüyen Giovanna, günün birinden babasıyla bir sürtüşmesinde yıllardır görüşülmeyen Halası Vittoria'ya benzetildiğini işitiyor. Ergenliğin yıpratıcı koridorlarında çarpa çarpa ilerleyen Giovanna, bu sözden ifade edenin istediğinden de fazla etkileniyor. Halası Vittoria'nın peşine düşen Giovanna bir başka Napoli ile karşılaşıyor. Napoli'nin oldukça yoksul bir mahallesinde yaşayan Halası'nın peşinde iki dünya arasındaki farkla sarsılıyor. Yoksulluk, çirkinlik, bayağılıkla özdeşleştirdiği aşağı Napoli keşfini sürdürürken, hayatını değiştiren bir başka olayla bütün ezberleri bozuluyor. Artık Giovanna için "çirkinliğin" ve samimiyetin ölçüsü para ile ölçülemeyecek kadar farklı hale geliyor.

Yetişkinlerin Yalan Hayatı, tıpkı Napoli Romanları gibi bize aileyi, mahalleyi, yakın arkadaşlığı, kadın -erkek ilişkilerini, cinselliği sorgulatıyor. Napoli Romanları'nda bunu çocukluktan ergenliği iki kız arkadaş üzerinden yapan Ferrante, bu kez ergenimiz Giovanna ile birlikte bu sorgulamayı yaptırıyor. Napoli ışıkları içinde yine ışıklı bir kitap bence...  

Yetişkinlerin Yalan Hayatı, Elena Ferrante, Everest Yayınları, 

1Baskı Ekim 2020, Çeviren: Eren Yücesan Cendey, s.339

06 Kasım 2020

Japon Sevgili - Isabel Allende


Yıllar yıllar önce Ruhlar Evi'ni izledim. Clara rolünde muhteşem Meryl Streep vardı. Çok etkileyici, sarsıcı bir filmdi. Filmi unuttum sayılır artık ama o sarsılma duygusu hala hafızamda. Açıkçası o zamanlar bu filmin Isabel Allende'nin kaleminden çıkan Ruhlar Evi'nin beyaz perde uyarlaması olduğunu bilmiyordum. Daha doğrusu Allende'yi duymamıştım. Böylece ben farkında olmasam da Allende ile Ruhlar Evi'nin filmiyle tanışmışız. 

Sonrasında Paula'yı okudum. Istıraplı konusuna karşın (Paula, Isabel Allende'nin kızının ismi ve kitap Paula'nın hastalığı ve ölümü üzerine) Allende muhteşem bir iş çıkarmış ve kızına kelimelerden bir anıt dikmişti. 

Arkasından Ruhlar Evi'nin romanı geldi. Çok karakterli, büyülü, tüyler ürpertici... 

Kış Ortasında belki de Allende kitapları arasında en sıradan olan olabilir benim için. Kötü müydü, asla... Ama beklenti büyük olunca, biraz böyle oluyor naparsınız. 

Japon Sevgili'ye geldi sıra... İşte yeniden Allende dediğim kitap. İlk sayfasından bağlandım kitaba. Allende bir yandan kişilerin oyuncaklı, derin iç dünyalarına dalarken, nasıl bu kadar ustaca siyasi atmosferi anlatabiliyor. Hep şaşırıcam buna.

İkinci Dünya Savaşı'nın ayak sesleriyle ülkesi Polonya'yı ve ailesini bırakmak zorunda kalan Alma ve Japon sevgilisi İchimei'nin engel tanımaz aşklarına tanık oluyoruz romanda. 

İki farklı zaman diliminde akıp giden romanın bugünü konu  edinen kısmında bir başka zorunlu sürgün olan Moldavali İrina katılıyor aramıza. 

Allende, göçmenlik, savaş, toplama kampları, farklı kimlikler, ırkçılık, kadınların ve çocukların istismarı, çocuk pornosu, yaşlılık gibi her biri ayrı bir roman konusu olabilecek alabildiğine çetrefil ve sert konuları uyum ve sakinlikle ele alıyor. Bu böyle olunca, Allende'nin kaleminden çıkan her kurguyu "ne muhteşem bir kadın ne güçlü bir kalem" diyerek okuyorum. 

Son bir not, kitabı kapaktaki güzel Japon bacım için alacaklara. Kitapta öyle bir kadın yok, zira Japon sevgili bir erkek ve erkekler kapakta kitabı sattırmıyor demek :))))


24 Ekim 2020

Kitap Hırsızı - Markus Zusak


Başlık ekle

Kitap Hırsızı, savaş üzerine dokunaklı bir öykü... Adından da anlaşılacağı üzere kitap sevgisi de kitabın yan temalarından biri... 

İkinci Dünya Savaşı'nın henüz başlarında Liesel Meminger isimli 10 yaşındaki bir kızın evlatlık olarak verileceği aileye götürülmesi ile açılıyor kitap. Liesel evlatlık olarak verilmiştir çünkü babası Yahudiler gibi Hitler'in hedefi olan bir grubun üyesidir: komünisttir. 

Nazi Almanyası'nda savaşın, ırkçılığın, açlığın kol gezdiği bir ortamda Liesel, Münih şehrinin Himmel Sokağı'nda yeni ailesi, yakın arkadaşı Rudy ve mahalledeki pek çok insanla birlikte savaş gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalır. 

Kitabın en ilginç tarafı anlatıcının Azrail olması... Bana biraz Momo'yu hatırlattı kitabın anlatım tarzı. Her ne kadar anlatıcı Azrail de olsa, anlatılış biçimi ve tekniği bakış açımızı hep 10 yaşındaki Liesel'e çeviriyor. Bu özellikle dramatik ve trajik olayların anlatımında ortaya çıkıyor. Hani, kaşındıran ama ısırmayan bir anlatım, bir çocuk güzelliği... 

10 Ekim 2020

Trenin Tam Saatiydi - Heinrich Böll


Savaşın anlamsızlığını, savaşı çıkaranların değil onun kurbanı olanların gözünden en iyi kim anlatabilir? 

Böll gibi saçmalığını bile bile "savaşmak" zorunda olan biri. 

Hayatta aşkı, sevgiyi bile tadamadan, hayal kuramadan bir emirle cepheye sürülen gencecik bir insan neler düşünür? İşte bu sorunun yanıtı için de Heinrich Böll'ün söylediklerine kulak vermemiz gerekiyor. 

Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru romanıyla ilk kez tanıdığım ve çok etkilendiğim Heinrich Böll, hayatı boyunca ele almaktan usanmayacağı konuya Trenin Tam Saatiydi kitabıyla tekrar dönüyor: Savaşın anlamsızlığı.

Andreas, İkinci Dünya Savaşı'nın son günlerinde er olarak cepheye katılma emri alır, biz bugün bilsek de o savaşın sonunun yakın olduğunu bilemez. Emri alıp cepheye gitmek üzere bindiği trende "yakında öleceğim. Barış nasıl birseydir göremeyeceğim. Ne müzik... ne çiçek... ne şiir... insanlar sevinemeyecek artık ve ben öleceğim" diye düşünür.

Bir tren dolusu, farklı hayatlardan farklı dünyalardan ve yaştan askerle birlikte cepheye ilerlerken Andreas'ın aklından tek bir düşünce geçmektedir: yakında ölecek olması. Tren yol aldıkça o da adeta ölümüne yaklaşmaktadır. 

Andreas'in "geleceğin yüzü yok artık" diye hayıflandığı, savaşın bu en karamsar günlerinde tren ara bir istasyonda bir gece kalır. O zaman dilimi Andreas'a Polonyalı Olina ile tanışma fırsatı tanır. 


03 Ekim 2020

Fener Balığı - Nuray Atacık


Nuray Atacık çok yenilerde duyduğum ve ilk kez okuduğum bir yazar. Kitabı okurken, "sanki bunu bir erkek yazmış" hissiyatına kapıldım. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum, mekanın cinayet büro, ortamın ve jargonun erkek egemen olmasından kaynaklanıyor tabii bu. 

Polisiye kitaplardan ipucu vermeden bahsetmek zor oluyor. Fener Balığı için de bu kural geçerli tabi. Ama kitabın merkezine Cinayet Büro'nun, Murat Amir ve ekibinin oturduğunu söylemek mümkün. Ekibindekilerden kısaca bahsedersek: delişmen, yakışıklı, kadınlara fazlasıyla ilgili genç Halil, alaylı, biraz eski kafalı polis Ahmet ve ekibin atom karıncası akıllı mı akıllı Esin. Esin bu kadar erkek polis içinde parlıyor adeta.

Konuya gelince... 

Genç kızların sevgilisi, genç, yakışıklı ama biraz hoppa Boğaziçi Üniversitesi son sınıf öğrencisi torbacı Sercan'ın başının belaya girmesiyle hayatımıza giriverir karizmatik, kadın düşkünü, hırslı Barlas. Peşinden de güzel fakat kompleksi eşi Gaye, Barlas'ın asla vazgeçemediği sevgilisi Meltem... Onlar bir yanda hırslarıyla,varolma savaşıyla birbirleriyle didişirken, biz müritleriyle, abileriyle İstanbul'un ortasında bir tarikatın içinde buluruz kendimizi. Bu birbirleriyle asla yan yana gelmeyecek dünyaları ve insanları ise ancak bir cinayet buluşturur. 

Fener Balığı keyifli bir okuma sağladı. Yazarın ikinci kitabı Bukalemun'u da listeye ekledim böyle olunca. 

Kitabı bitirince bile isminin neden Fener Balığı olduğunu bir türlü çözemedim. Oldukça çirkin, koca ağızlı bu balıkla denizin dibini bulan karakter arasında bir bağ da kuramadım. Çözen, bilen varsa haber etsin...  

18 Eylül 2020

Mahcubiyet ve Haysiyet - Dag Solstad

Kısacık ama içime dokunan bir kitap okudum: Mahcubiyet ve Haysiyet

Elli yaşını geçmiş edebiyat öğretmeni Elias Rukla, Norveç'in Başkenti Oslo'da bir lisede 25 yıldır edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Gençliğinde "kelimelerle anlatılamaz" bir güzelliğe sahip eşi Eva Linde şimdilerde zarif hatlarını yitirmiş, biraz da şişmanlamıştır. Üvey kızı Camillia ise 18 yaşını doldurunca evden ayrılmış, kendi hayatını kurmuştur. Yakın arkadaşı Johan ise şimdi çok uzaklardadır. 

Rukla, belli bir rutin ve durağanlık içinde yaşamını sürdürmekte, müfredatın belirlediği edebiyat eserlerini öğrencileriyle birlikte irdelemekte ve dışardan bakıldığında her şey seyrinde gözükmektedir. 

Diğerlerinden farklı olmayan bir sabah işine giden ve derste Henrik İbsen'in "Yaban Ördeği" oyununu işleyen Rukla, belki de yılların getirdiği bir patlama yaşar; hayatı geri dönülemez biçimde değişir. 

Dag Solstad ustalıklı biçimde "kendini okula ve evine hapsetmiş", toplum dışı ve yenik bir adam olan Elias Rukla portresini çiziyor. Rukla, yenilmiştir çünkü bir çağ kapanmış ve beraberinde Elias'ı da götürmüştür. 

“Çok iyi eğitim almış yetişkin bir adam, 25 yıldır masrafları kamu tarafından karşılanmak suretiyle bu sınıfta oturuyor ve öğrencilerin sıkılıp sıkılmadıklarını dikkate almaksızın ortak kültür mirasımıza ait edebi eserlerin bir bölümünü ders olarak işliyordu”

Mahcubiyet ve Haysiyet/Dag Solstad

Çeviren: Banu Gürsaler Syvertsen

Yapı Kredi Yayınları, 106 s.

 

13 Eylül 2020

Moskova'da Bir Beyefendi - Amor Towles


Moskova'da Bir Beyefendi, okurken onunla ilgilenmediğim için minnoş kızım Leyla'nın pek yüz vermediği ve hatta resmen tavır koyduğu benimse çok sevdiğim bir kitap oldu. 

550 sayfalık hacmine bakıp da ürkmemek lazım su gibi akıp geçiyor. 

Kont Aleksandr İlyiç Rostov, beş yıl önce yazdığı bir şiir yüzünden 1922 yılında suçlu bulunarak Moskova'da bir otelde ömür boyu göz hapsinde tutulma cezası alır. "İnsanın içinde bulunduğu koşullara hükmetmesi" gerektiğini düşünen Kont, aldığı bu ceza karşısında gözyaşı döküp yaşamının geri kalanını kahretmekle geçirmek yerine, içinde bulunduğu koşullara uyum sağlayarak kendine otelin sınırları içinde yeniden bir hayat kurar. 

Moskova'nın ve belki de Rusya'nın en ünlü oteli Metropol, Kont'un renkli kişiliği, aylak entellektüelliği ile dalga geçme beceresi, yemek, içkiler, giyim-kuşam ve akla gelebilecek her konudaki incelikli zevkleri ile büyür büyür ve onun ülkesi olur. 

Elbette Kont eski düzeni temsil eden aristokrasinin bir temsilcisi olarak geçen zamanın, değişen koşulların farkındadır. Çarlık Rejimi'nin yıkılmasına Sovyetler'in kuruluşuna tanıklık etmiş ve hala da değişen dünyayı gün gün izlemektedir. Geldiği sınıfa, aldığı eğitime ters gelen birçok değişim Kont'un alaycı eleştirilerinin hedefi olsa da bir yandan da koşullara uyum sağlamanın, hayatta kalmanın, hayattan keyif almanın ilmini öğretir bize. 

Otelin koridorlarında, yemek salonlarında, odalarda kimi zaman eşsiz güzellikte bir aktris çıkar karşısına kimi zamansa geçmişten gelen bir dostu ile gençliğine, anılarına gider. Bir bakmışsın ülkenin en önemli otelinde küçük bir kız çocuğunun peşine takılıp gizli gizli üst düzey toplantıları izler Kont, kimi zamansa mutfakta en güzel menüyü çıkarmaya çalışan aşçıbaşına akıl verir. 

Adım adım içinde bulunduğu koşullara hükmetmeyi başaran Kont'u izlerken, biz de onun keyifli hikayesine şahit olur kendimizi şanslı hissederiz.

29 Ağustos 2020

Masumiyet ya da Özel İlişki - Ian McEwan

 


Azıcık söyleneyim hemen kitabı anlatıcam....

Malum korona patladı iyice, ben de işe yürüyerek gitmek zorunda kalıyorum. Bir yandan tembelliğimin darbe alması bir yandan sıcak hava derken, yoruluyorum, erkenden uykum geliyor. Elime aldığım kitabı iki sayfa okuyup uyuyorum. Efenim kısaca bu mazaretlerle okuyamıyorum, okuyamayınca kendimi tazeleyemiyorum falan filan... Dertliyim yani bu aralar... Ama toparlayacağım. 

Şimdi kitabın adına uyumla masum oğlumun tuttuğu kitaba zıplıyorum...

Ian McEwan'ı Kefaret'ten bu yana seviyorum. İnsanın derinlerine inmeyi ve her defasında ele aldıklarıyla şaşırtmayı biliyor. Üslubu da her daim akıcı, merak uyandırıcı. 

Masumiyet ya da Özel İlişki yazarın bir yerde okuduğum, bahsedilen, duyduğum bir kitabı değildi, tesadüfen -muhtemelen üslubuna güvenerek- alıp atmışım kütüphaneye. Daha önce Suçsuz adıyla yayımlanmış. Hitchcock'un Gizli Teşkilatı filmini izleyenlere yakın gelecek bir konusu var kitabın. 

İkinci Dünya Savaşı sona ermiş, artık Soğuk Savaş başlamıştır. 

25 yaşındaki deneyimsiz, biraz içe kapanık, hayatı tanımamış, posta servisi memuru İngiliz kahramanımız Leonard Marnham, Almanya Berlin'e Amerikalılar ve İngilizlerin ortak çalıştığı tarihe "Altın Operasyon" adıyla geçen gizli bir operasyonda görev almak için ayak basar. Operasyonun amacı, Amerikalılar ve İngilizlerin, Doğu Berlin ile Sovyetler arasındaki gizli haberleşemelerini dinlemek üzere bir tünel kazmaları ve elektronik haberleşme yollarına sızmaya çalışmalarıdır. Marnham da teknisyen olarak bu operasyonda görev alır. Arka planımız bu. 

Şehirdeki görevi sırasında tanıştığı Maria ile nişanlanan Marnham, hiç ummadığı bir anda Maria'nın alkolik ve kavgacı eski kocası Otto'yu hayatında bulur. Bu karşılaşma, ikilinin ilişkisini de operasyonun seyrini de dramatik bir biçimde değiştirir. 

McEwan, masum görünen bir insanın, kendisinin dışında gelişen olaylar karşısında aldığı tavrı gözlemlememiz için bize bir deney imkanı sunarken; masumiyet nedir, insan iradesi olayların gelişimini ne ölçüde değiştirebilir, insanın sınırları nelerdir sorularını sorduruyor. Özellikle kitabın yarısından sonrası bir polisiye roman tadında ve akıcılığında ilerliyor. Tavsiye olunur. 



 

17 Ağustos 2020

Kırık Ayna - Merce Rodoreda

Somut kazanıma odaklı insanlar için şöyle efsane bir soru var, özellikle kurgu kitaplar için; "Büyük bir bölümünü de unuttuğumuz düşünülürse, kitap okumanın faydaları nelerdir?" Ben artık bu soruya cevap vermem de olası cevaplar şöyle ilerliyor; "Olaylara farklı bakış açısı geliştirmek, empati yeteneği, anlama ve ifade etme yeteneğini geliştirmek....." uzayıp gidiyor.

Ülkenin bitmek tükenmek bilmeyen kabus gündeminin üzerine bu pandemi de çökünce, "zorunluluklar" dışında canımız da koşullar da yüzyüze iletişime izin vermediğinden beri kitapların benim için yeni bir faydası daha doğdu: "Akıl sağlığını korumak"

Başka başka hayatlara dokunmak, hiç bilmediğim coğrafyalara ve yıllara gitmek, insanlığın inişli çıkışlı yaşam serüveninde çok parlak anlar olduğu gibi büyük buhranların da olduğunu hatırlamak ve bir gün illa ki bir değişimin yaşanacağını bilmek, en azından bu olasılığı saklı tutmak... Elime bir roman aldığımda, sayfalarını çevirdiğimde bunları düşünüyorum, iyi geliyor.

Gelelim kitabımıza...

Katalan edebiyatının önde gelen yazarlarından Merce Rodoreda'nin yazdığı Kırık Ayna, bir ailenin üç kuşağının hikayesi.

Roman, oldukça kalabalık karakter listesi ve zaman zaman rüya ile gerçek arası anlatımıyla bana Allande'nin Ruhlar Evi'ni, Marquez'in kitaplarını hatırlattı. Başlardaki melodramik yapısı sonrasında dağılan roman, binbir çeşit rengi, duyguyu, öfkeyi, kıskançlığı kabaca göstermektense hissettirmeyi seçiyor.

Barselona'nın dışında, geniş arazilere yayılan ve adeta bir şatoyu andıran Sant Gervasi çiftliğinde geçen kitap, şans getirdiğine inanılan sedir ağaçları, böğürtlenler, defne ağaçları, mor salkımlar; gine tavukları, sülünler, tavus kuşlarının şahitliğinde bir ailenin sırlarına ortak ediyor bizi. Bütün bu insan, hayvan ve bitki şamatasının içinde geniş evin koridorlarında dolaşırken fısıldananları duyuyoruz, kavgalar sırasında ağzını tutamayanların öfkeyle yüze vurduklarını işitiyoruz, bir ailenin pişmanlıklar, yanlışlar ve hayalkırıklıkları içinde nasıl savrulduğunu okuyoruz. Bir gün herkes elini eteğini çekse, terk etse de Sant Gervasi çiftliği ve o koskocaman bahçe hakiki bir başkahraman olarak bize gerçekleri fısıldamayı sürdürüyor.

"Ayna kırılmıştı. Parçaları topluyor ve uygun görünen boşluklara yerleştiriyordu. Seviyeleri farklı ayna parçaları şeyleri oldukları gibi yansıtır mıydı? Ve ansızın her bir ayna parçasında bu evde yaşadığı yılları gördü"

09 Ağustos 2020

Kapı - Magda Szabo

Macar Edebiyatı'nın önde gelen isimlerinden biri olan Magda Szabo'nun Türkçe'ye çevrilen dört kitabından biri Kapı. 

İlk başta bana biraz kasvetli gelen roman, sonrasında sahici ve samimi hikayesiyle büyüledi, başta kasvet olarak hissettiğim şeyin ise ince bir hüzün olduğunu anladım. Hangi sahici anlatıda hüzün yok ki sahi?

Kapı, iki dünya savaşının ardından uzun yıllar Sovyet işgali altında kalacak 1960'lar Macaristanı'nda bir kadın yazarın gözünden ona ev işlerinde yardımcı olan yaşı geçgin hizmetçisi Emerenc'i anlatıyor. 

Bilgili, görgülü, çalışkan, başarılı yazarımız, sadece üç yıl eğitim hayatını sürdürebilen Emerenc'in engin hayat bilgisi ve tecrübesi karşısında kendini çoğu zaman çaylak hissediyor.

Daha çok küçükken babasını ardından annesi ve ikiz kardeşlerini trajik bir şekilde kaybeden, 13 yaşından bu yana türlü çeşitli kişilerin yanında hizmetçilik eden Emerenc, artık mümkün olmayanı denemeyecek kadar bilge bir kadındır. 

Tartışma kabul etmez, sert bir karaktere sahip Emerenc, çalışacağı evleri kendi seçer; sorgulatmaz ama sorgular. 




Kendine yardım edilemeyen birinin zaten yardıma ihtiyacı yoktur Emerenc'e göre, Ancak ihtiyaç duyan herkesin yanındadır, özellikle engin merhametiyle hayvanların dostudur. Herkesin sevgilisidir Emerenc...Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle bütün bir mahallenin işini görür. Ancak Emerenc'in bir dokunulmazı vardır hayatta; kimse evinin kapısından içeri giremez, buna izin vermez. Kapının arkasındaki sırrını kimse bilmez. 

Tartışmasız çok sevdim ve çok etkilendim Kapı'dan... Unutmadan Kapı'nın başrollerinde Helen Mirren'ın oynadığı filmi de var. 

21 Temmuz 2020

Kayıp Çocuk Arşivi ya da Kaldıramadığımız Gerçekler

Valeria Luiselli ilk kez tanıştığım bir yazar. Kayıp Çocuk Arşivi'ni de düşüncelerine önem verdiğim birkaç kişinin paylaşımlarında gördüm ve okumaya karar verdim. 

New York'tan başlayıp Meksika'da son bulan bu sarsıcı yol hikayesi, kaldıramadığım acı gerçeklerden birine işaret ettiği için okuması hayli zahmetli oldu. Kitabın neredeyse dörtte üçü -yazarın tercihi üzerine- gevşek, inişleri çıkışları olmayan bir tempoda ilerledi, meğer bu bizi bir şeylere hazırlamak içinmiş ve pek gerekliymiş. 

New York'da işitsel peyzaj projesinde çalışan ve eskiden gazeteci olan bir kadın, akustemoloji uzmanı bir adam. Kitap boyunca isimleri hiç öğrenemiyoruz. Onlar adam ve kadın, anne ve baba. Kadının 5 yaşında bir kızı var, adamın da 10 yaşında bir oğlu. Proje ile New York'da konuşulan dillerin ses haritası çıkarılmak isteniyor. Projenin kendi dışında oldukça sıradan bir kadın ve adam hikayesi buraya kadar.



Kadının kökleri Meksika'ya dayanıyor. Meksika bizim için önemli bir ülke çünkü Amerika'ya Meksika, El Salvador, Guetemala, Honduras'tan gibi birçok Orta Amerika ülkesinden her yıl yüzlerce çocuk geliyor. Meksika'dan gelen çocuklar -tuhaf bir yasanın kurbanı olarak- hemen sınır dışı edilirken, diğer  Orta Amerika ülkelerinden gelen çocukların sınırdışı edilmeleri için mahkemeye çıkmaları gerekiyor, eğer ülkelerinde kötü muameleye, ırk, din, dil ayrımına maruz kaldıklarını ispatlarlarsa kalabiliyorlar. Bu çocuklar yanlarında bir yetişkin olmadan, yiyecekleri yemek, içecekleri su olmadan binlerce kilometrelik yolları, çölleri aşarak Amerika'ya ulaşmaya çalışıyorlar. Ülkelerindeki suç, şiddet ortamı ve yoksulluktan kaçan çocukların pek çoğu başarılı olamıyor, kayıp çocuklar haline geliyorlar. Uzun yıllara yayılan bu dramda aileler dağılıyor, çocuklar hayatta kalsa bile belirsiz bir geleceğe doğru adım atıyor.

Bütün bunları okumak yeterince sarsıcı değilmiş gibi, yazarın anlatıcı olan kadından sözü 10 yaşındaki oğlana vermesiyle bir kez daha sert bir yumruk yiyoruz.

Kitap boyunca bana eşlik eden duygu ise şu oldu: Karakterler üzerinden anlatılan bu hikayenin niceleri her gün yaşanıyor. Ve evet bunlar gerçeğe çok yakın kurgular. Okuması gerçekten zahmetli bu kitabı tavsiye ederken kaldıramadığımız gerçekler konusunda uyarıyorum: hazır değilseniz sarsabilir.


14 Temmuz 2020

Adalet Ağaoğlu

Okumak, izlemek çok kişisel bir serüven. Bir eserin derinliği, senin o katmanlarda dolaşma ve anlama sınırının genişliğiyle anlaşılıyor. Kimi zaman da hayatındaki dönüşümler, mihenk taşlarıyla bir kitap örtüşüyor. Bakıyorsun başka bir insanda böyle bir karşılığı yok.



2015 senesi, benim kişisel tarihimde de bir dönüm noktası. Çocukluktan bu yana içinde olduğum, hayalini kurduğum bir dünyanın –aslında hiç de ideal değildi- tamamen dışına itilmek ve o tarihten sonra bir şekilde kendimi ait hissetmediğim yerlerde tutunma çabamın devam etmesi.

İşte Adalet Ağaoğlu benim kendi halindeki dünyamda, büyük bir çalkantının yaşandığı 2015 yılında yeniden hayatıma girdi ve bana yaren oldu. Yeniden girdi diyorum çünkü Ağaoğlu’nun çok bilinen üçlemesi “Ölmeye Yatmak”, “Bir Düğün Gecesi” ve “Hayır”ı okumuş ve çok sevmiştim.  Tekrar hayatıma girdiğinde ise ona günlükleriyle çok yakındım artık. Damla Damla Günler ismini taşıyan ve 4 ciltten oluşan bu günlükler, bir kadının yazma/okuma/öğrenme iştahını, hayata karşı sarsılmaz merakını, kendini emek emek var etme çabasını, hatalarını, yanılgılarını büyük bir cesaretle anlatırken, bir yandan da bana pes etme dedi durdu.


O günler, bu günlükleri okurken, Adalet Ağaoğlu halen siyasi tercihleri açısından çok da eleştiri alan bir konumdaydı. Ben ilk ağızdan okuduğumda, bir yazarın, belki ilk bakışta ahmakça gelen “bu düzen değişmeli, kim değiştirirse değiştirsin” saf inancını görmüş, sonradan kendisine kahretmesini de okumuştum. Aradan yıllar geçmesine karşın halen bu kadar güncel olarak Adalet Hanım'a kızılmasının arkasında belki de o tek kişinin bir şeylere kanması/yanılmasından çok halen ülkede değişimi başaramamış, buna karşılık kendini değil başka birini suçlamayı tercih etmiş iktidara hasret insanların olduğunu düşünüyorum. Keşke bir kadın yazarın kanaatleri, ülke yönetiminde bu kadar etkili ve önemsenir olsaydı, ama değil.      

O günlerde de ileri yaşlarında olan Adalet Hanımın bir gün hayatını kaybettiğinde çok çok üzüleceğimi biliyordum. Yol arkadaşı, dostu çok sevdiği eşinin kaybıyla artık yaşamla arasına mesafe koyduğunu anlamıştım. 

Adalet Ağaoğlu iyi ki yaşadın, iyi ki yazdın, iyi ki Aysel'i yarattın, iyi ki günlüklerine içini döktün ve bizim de duygularını en çıplak haliyle paylaşmamıza izin verdin. Saygı ve sevgiyle. 

09 Temmuz 2020

Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir



KARIMA

Sofalar seninle serin
Odalar seninle ferah
Günüm sevinçle uzun
Yatağında kalktığım sabah

Elmanın yarısı sen yarısı ben
Günümüz gecemiz evimiz barkımız bir
Mutluluk bir çimendir bastığın yerde biter
Yalnızlık gittiğin yoldan gelir

Uzun süredir rafta bekleyen kitaplarımdan biri olan Selçuk Altun’un Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir’ini nihayet okudum. Hikayeyi tahmin edemezdim tabi ama kitap beni hiç şaşırtmadı. Bibliyofil ve sanatsever Altun nasıl bir kitap yazabilir diye düşündüğümde aklıma geldiği gibi bol kitaplı, resimli, müzikli kısaca bütün sanatlarla dolu bir kitap çıkmış ortaya.

Aynı zamanda bir Oktay Rifat tutkunu da olan Altun’un kitabı ismini Rifat’ın yukarıdaki şiirinin son dizesinden alıyor. Konusu kısaca şöyle:

Çok küçük yaşta anne ve babasını kaybeden Sina, zengin Dayısının yanında ve onun çizdiği yolda parlak bir kariyere kavuşur. Ancak Sina’nın hayatla ilgili farklı planları ve istekleri vardır.  Kitapçoksever Sina ile kitap boyunca çıktığımız yolculukta Bafra’dan Hakkari’ye Beyoğlu’ndan Manhattan’a soluk soluğa “Dünyanın en iyi yazarını” ararız. Bulur muyuz? Sürpriz olsun.

Kitabı okurken kendimi devasa bir kütüphanede, türlü çeşitli türlerin bulunduğu bir müzik evinde, kapsamlı bir sanat galerisinde hissettim. Zaman zaman ayrıntıların ve isimlerin sayısını abartılı bulsam da sanırım kitapseverlerin kaçınamayacağı bir insan Selçuk Altun. Kitaptan, kahramanımız Sina üzerinden taşan bir kibir var mı var; buna karşılık başka bir Selçuk Altun kitabı okur muyum, okurum J

06 Temmuz 2020

Kadın kahramanlar anlaşılmak istiyor


Kovid salgınına kadar dizi izleyen biri olmadım. O bitmek tükenmek bilmeyen sezonlar gözümü korkuttu sanırım. Salgınla birlikte eve gönderilince, konsantrasyon da minimuma düşünce, başladım dizi izlemeye… İlk önce mini mini–unortodoks, dead to me vs.- sonrasında kapsamı daha genişleterek.

Kadın kahramanlı kitaplar, filmler hoşuma gidiyor. Dizilerde de bu kural değişmedi. Agatha Christie’nin geçkin ama merakından hiçbir şey yitirmemiş kasaba gizem çözücü teyzesi Miss Marple’dan bu yana zaten hastasıyım kadın dedektiflerin. Marcella da belki bu yüzden ilgimi çekti. Standart bir güzel olmaması ve tipik mükemmel başkahramandan uzak oluşu da cazibeli ayrıca.


Marcella: Başrolünde Anna Friel'in yer aldığı dizi

Geçmiş defterleri kapat(a)madığı için ruh hali sürekli gelgitler içinde çalkalanan bu güzel, delibozuk dedektifin maceralarını izlerken, etrafındaki alt notaları odunsu heriflerin hiçbirinin Marcella’yı anlamadığını düşündüm. Atlatmanın çok zor olduğu bir konuyla boğuşurken, bu güzelim kadın kahramanın ne kadar yalnız ve anlaşılmak istediğini düşündüm sık sık.


Marcella’yı izlerken bir yandan da Kıymetli Şeylerin Tanzimi’ni okudum. Bu çok karakterli naif kitabın kadın kahramanlarından biri olan Gülemdam adeta bütün kadın kahramanların sesi olmuş gibi geldi bana:

Gülendam ne istiyor?

Gülendam sevilmek, beğenilmek, anlaşılmak, hoş görülmek, şımartılmak hoşa gitmek , ne yapsa yine sonunda vazgeçilmemek, kıymet görmek kendini güvende hissetmek istiyor.