20 Mart 2021

Kahvaltı Sofrası - Defne Suman



Kahvaltı Sofrası, blogunu takip ettiğim Defne Suman ile tanışma kitabım oldu. 

Kimlik ve toplumsal hafızanın işlendiği roman, bence aynı zamanda bir mekanlar kitabı. Kitabın büyük bir bölümü Büyükada'da, Ada'ya yerleşik bir ailenin gözünden anlatılırken, Beyoğlu, Kurtuluş, Taksim, Kelebekler Vadisi hikayenin diğer mekanları arasında yer alıyor. 

Gelelim konuya... 

Büyükada'nın köklü ailelerinden birine mensup tanınmış ressam Şirin Saka'nın 100. yaş günü kutlaması için bir araya gelen aile üyeleri üzeri toz tutmuş aile geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalır. Ailenin geçmişi, aynı zamanda Türkiye'nin yakın tarihinde yaşanmış büyük bir acıya da ayna tutar. 

Büyükada'daki konakta bir araya gelen Şirin Saka'nın torunları Nur ile Fikret, Fikret'in delidolu kızı Selin, Nur'un eski sevgilisi aynı zamanda yakın dostu gazeteci Burak Gökçe, konağın emektarı Sadık Usta ve hayatta olmadığı için sofrada bulunamayan ailenin diğer üyeleri hep birlikte bir yapbozun parçalarını oluşturarak geçmişle yüzleşirler. 

07 Şubat 2021

Kapak Kızı - Yeşil Peri Gecesi - Osman Ayfer Tunç


Kapak Kızı

Şebnem'in bir derginin kapağındaki çıplak pozları, Ankara'dan İstanbul'a giden bir yolcu trenine bomba gibi düşer. 

Bankacı Ersin, radyocu Selda ve yemekli vagonun garsonu Bünyamin, Şebnem'in fotoğraflarından farklı şekilde sarsılır. Her biri, Şebnem'e ayrı bir rol biçer. Aslında kendi durdukları yerden kendi içlerine bakarlar. Bir genç kızın bedeni üzerinden dönen bu hesaplaşmada onun -şimdilik- sesini duyamayız.



Yeşil Peri Gecesi

Kapak kızı Şebnem'dedir artık söz. Şebnem, hem Phoenix Dergisi'nin kapağını süslediği o fotoğrafın hikayesini hem de çocukluktan başlayarak yaşamını anlatır. "Güzellerin talihi çirkin olur" dedirtecek bu hikayede, Şebnem haklılığının peşinde değildir, sevilmenin peşindedir daha çok. Olan biten düşünüldüğünde Şebnem belki de kurbandır ama boyun eğmeye niyetli, uysal, silik bir kurban olması mümkün değildir.



Osman

Bu kez Şebnem'in kocası Osman'ı dinleriz. Bir yandan 24 yaşından bu yana tuttuğu günlükleri okuruz diğer yandan da onu tanıyanlar anlatır Osman'ı. 

Entelektüel yatırımı fazla, yaşam gustosu gelişmiş, kültürlü, zevkli Osman'ın ne yazık ki hayatta kalma pratiği yok denecek kadar azdır. Elitist, disiplinli profesör babasının gölgesinde içimizi acıtacak kadar ezilen Osman ile başlangıçta empati kurmamak mümkün değilken, hayattaki tavırsızlığı, mirasyediliği, savurganlığı, lüks bir yaşamdan taviz vermemek için görmezlikten geldiklerini öğrenince de öfkeye kapılmaktan kendimizi alamayız.   

Aralarında en az 10 yıl olacak şekilde yazılmış bu üç kitabı peş peşe okudum. Bağımsız okunabilirler ama tekil okunduklarında bu keyfi vereceklerini zannetmiyorum. O yüzden üçünü de sırayla okuyun derim. 

18 Ocak 2021

Carol - Tuzun Bedeli - Patricia Highsmith


New York'da büyük mağazalardan birinde çalışan Therese ile alımlı, zengin, boşanmak üzere olan Carol'ın aşk hikayesi bu kitap. 

1950'lerin Amerikası'nda iki kadının birbirine duyduğu bu aşk, elbette pek çok zorlukla karşı karşıya kalır. Highsmith'in incelikle ve zarif bir biçimde bize ulaştırdığı duygulara karşın toplumun norm olarak gördüğü şeylerin dışına çıkanların illa büyük bedeller ödemek zorunda kaldığına bir kez daha şahit oluruz. Allahtan ödenmek zorunda kalınan bedellere rağmen karamsar bir kitap değil Carol. 

Zamanında, sanırım hoş kapağı ve Patricia Highsmith sevgim nedeniyle almışım kitabı. Bayadır da duruyordu. Yeni bir polisiye-gerilim okuyacağımı düşünmüştüm, aşk hikayesi çıktı içinden ama gerilimi eksik değildi. 

Kitabı basmak da güç olmuş, Highsmith kendisi anlatıyor kitabın sonunda. İlk kitabı Trendeki Yabancılarla belli bir beğeniye ulaşan ve Alfred Hitchcock tarafından sinemaya uyarlanan Highsmith, daha sonra Carol'ı yazmış ve yayıncısına vermiş. Yayıncı konusu itibariyle uygun görmemiş hatta"gerilim yazarı" imajına ters düşeceğini söylemiş. Başka yayınevlerinden de aynı yanıtı alınca başka bir isimle -Claire Morgan- kitabı bastırabilmiş Highsmith. Taa 1989 yılına kadar da kendi ismiyle basılmamış kitap. 

Kitaptaki öykünün temeli, yazarın kendi yaşadığı gerçek bir olaya dayanıyor. Kısa bir dönem tıpkı Therese gibi büyük bir mağazada tezgahtarlık yapmış o da. 

Kitabın bol Altın Küre ödüllü filmi de varmış. Alımlı, soğuk, havalı Carol'ı Cate Blanchett oynamış, bence tam isabet. 


11 Ocak 2021

Yapay zeka, sosyal medya, yeni gerçeklik…

Whatapp tartışmaları aldı yürüdü. Herkes kendince haklı olduğunu düşündüğü noktada konuyu anlayıp çözümlemeye çalışıyor. Uzun süredir üzerine konuşulacak bir mahremiyetimizin kalmadığını düşünenler kadar, “gizli” bilgilerinin ele geçirileceğini düşünenler de çok. Herkes çeşitli önlemler almakla meşgul. Bilgilerini Amerikalıların değil, Rusların işlemesini tercih edenler, direkt yetkililere mektup yazmak için yerli-milli bir şirketi tercih edenler vs..

Bütün bu tartışmaları pandemi ortamı içinde yürütüyoruz. Gitmek zorunda kaldığımız işlerimiz dışında çoğunlukla evdeyiz ve büyük oranda izoleyiz. Peki, son bir yılda ne olmuş dersiniz? Türkiye’de Instagram kullanıcı sayısı 6 milyon, Snapchat 2 milyon, twitter 1,6 milyon, Linkedin 1,1 milyon artmış. Yani bir yandan gizliliğimizin kalmadığına öfkelenirken bir yandan da bu girdaba gönüllü yeni kurbanlar eklemişiz. Bu yazıyı nerede yazıyorum, dıtt… bilemediniz doğru cevap Instagram J

Sosyal İkilem ismiyle Türkçe’ye çevrilen “Social Dilemma”yı izledim. Facebook, Google, Twitter, Intagram gibi sosyal medya devlerinin mutfaklarında çalışmış son derece akıllı mühendislerin, iş geliştirmecilerin “günah çıkarma” ayini gibi bir belgesel. Belgeselde şok edici bir gerçek yok, buna karşılık derli toplu dert anlatıyor. Bu akıllı insanlar, her birimizden daha fazla sosyal medyanın gerçekliğini biliyor ve fakat kendilerinin de itiraf ettiği gibi olay kontrolden çoktan çıkmış durumda.  

Bu insanların anlattığı, sosyal medya şirketlerinin bildiğimiz anlamda bilgilerimizi satmadığı ama daha kötüsünü yaptıkları yönünde. Davranışlarımızı, günlük rutinimizi, sevdiklerimizi, kaçındıklarımızı toplayıp işleyerek bir profil çıkarıyor ve bu profil artık bizi bir ürün haline getiriyor. Yani bedavaya elde ettiğimizi sandığımız sosyal medyanın ürünü haline geliyoruz.

Bir zamanlar yapay zekanın dünyayı ele geçireceğini anlatan bilimkurgu filmleri yapılırdı. Yapay zeka insanlar tarafından icat edilen, sonradan kontrolden çıkan kötü kalpli bir takım adamlardı filmlerde. Ne kadar da naifmişiz yine. Bugün geldiğimiz noktada anlıyoruz ki yapay zeka aslında bir metaformuş. Yapay zeka bizi yok edecek. Evet doğru. Ama sandığımız gibi meydan muharebesinde değil.  (büyüklerimiz ne kadar doğru söylemiş silah icat oldu mertlik bozuldu diye) Belgeseli izlerseniz, bunu manipülasyon ve propaganda yoluyla nasıl kolaylıkla yaptıkları da anlatılıyor. Günlük hayatta herhangi bir basit konuda bile artık çok net cephelere ayrılabildiğimizi ve kendi bulunduğumuz cepheyi hunharca savunduğumuzu gözünüzün önüne getirin. Sıcak bir örnek aşı konusunda yaşanıyor. Aşı karşıtları ve savunucuları gerçekten de çok farklı insanlar mı sizce?

“Gerçek çok sıkıcı. Yalan bilgiler, gerçek bilgilerden daha fazla şirketlere para kazandırdığı için böyle bir evren yarattık” Belgeselde aktarılan bilgilere göre, Twitter’da yalan haberler doğru haberlere göre 6 kat hızlı yayılıyor. Sahtesi gerçeğinde 6 kat avantajlıysa dünya ne hale gelir. Yalan yanlış kaynağı belirsiz haberler o kadar hızla yayılıyor ki, neyin doğru neyin yanlış olduğunu artık bilemeyecek hale geliyoruz ve işte yeni gerçeklik böyle kuruluyor. Covid sürecinde sıkça yaşandı bu durum. Kaynağı belirsiz bir sürü “haberimsi” saçıldı ortalığa. Karmaşada inanacak bir şey bulmak zor oluyor, sonuçta tümden reddetmek daha kolay geliyor hatta bazen insana.

Bütün bunların içinden nasıl çıkılacağına dair bir fikrim yok. Zaten böyle bir donanımım da yok. Sadece sonuçlarını görüyorum. Teknik etiği üzerine odaklanan "Center for Humane Technology"nin eş kurucusu ve başkanı, daha önce Google'da çalışan Tristan Harris’e göre, “neyin sorun olduğu konusunda hemfikir olmazsak mahvoluruz”


09 Ocak 2021

Ahitler - Margaret Atwood

Baskıcı, askeri bir diktatörlükle yönetilen Gilead'te tüm özgürlükler ortadan kalkmıştır. Kadınlar sadece doğurganlıklarına indirgenmiş, yönetici sınıf dışındaki tüm toplumsal katmanlar korkuyla sindirilip rejimin devamlılığı için çalışır hale getirilmiştir. 

Damızlık Kızın Öyküsü'nden devam ettiğimiz bu distopik hikayede Atwood, kendisi küçük etkisi büyük bir mum ışığı yakıyor. Bir rejim ne kadar baskıcı olursa olsun, duvarlardaki çatlaklardan sızan ışığın karanlık bir korku rejimini çözebileceğine olan inancımızı yeşertiyor. 

"Gilead nasıl yıkıldı?" sorusuna bir yanıt olan Ahitler'de, totaliter rejimlerin içten içe yıkıldığını anlatıyor bize Atwood. Üç farklı anlatıcı ve bakış açısıyla ilerleyen kitapta, keyifle Gilead'in çözülüşünü okuyoruz. 


05 Ocak 2021

Atmaca - Hikmet Hükümenoğlu


Lise son sınıf öğrencisi Ömer, edebiyata, filmlere, müziğe tutkun, arkadaşlarıyla kendi küçük dünyasında yaşayan bir çocuktur. Romanın açıldığı tarih olan 1995'te Ömer, lisenin bitmesini iple çekmekte ve yeni bir hayata başlamak için sabırsızlanmaktadır. 

-Tıpkı benim gibi-  kuponla ansiklopedi alınan, karışık kasetlerin doldurulduğu, Blade Runner'ların, Trevanian'ların döneminde çocukluğu geçen Ömer'in ailesi mütevazi, okumuş, tipik bir memur-öğretmen ailesidir.  

Ömer'i 1995'ten alarak 2019'a kadar getiririz. Bu süreçte, Ömer de ülke de ilişkiler de değişir, dönüşür. Değişmeyen tek şey "gerçek"tir demek isterdim ama gerçek kavramının kendisi bile değişerek sorgulanabilir hale gelir. 

Körburun ile tanıdığım Hikmet Hükümenoğlu'nu çok etkileyici ve sersemletici bulmuştum. Atmaca, hem daha sakin hem daha güncel bir okuma sunuyor bize. Körburun'a da ufak ufak selamlar yolluyor ama bir devam kitabı değil, sadece kaldığı yerden anlatıyor. 

01 Ocak 2021

2020 dökümü

2020 yılı için (kendime) bir döküm hazırladım. Ne yaptım ne ettim ileride bakarım diye. Ne yazık ki izlediğim filmlerin tamamını hatırlamıyorum bunu fark ettim, bu dökümü de bundan yapmaya karar verdim, diğerlerini de unutmayayım diye :)

Kitaplar: 

İskenderiye Dörtlüsü (Justine - Balthazar - Mountolive - Clea) Lawrence Durrel

Meselenin Özü - Graham Greene

Eşlikçi Kız - Nina Berberova

Bağlar - Domenico Starnone

Kağıt Ev - Carlos Maria Dominguez

Zorba - Kazancakis

Fındık Kabuğu - Ian Mc Ewan 

Kış Ortasında - Isabel Allende

Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik - Karen Joy Fowler

Kasiyer - Sayaka Murata

Günden Kalanlar - Kazuo Ishıguro

Keyif Evi - Edith Wharton

Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet - Thomas De Quincey

Beni Asla Bırakma - Kazuo Ishiguro

Üvey Kardeş - Lars Saabye Christensen

Naif. Süper - Erled Loe

Amerikana - Chimamanda Ngozi Adichie

Kıymetli Şeylerin Tanzimi - Sezen Ünlüönen

Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir - Selçuk Altun

Kayıp Çocuk Arşivi - Valeria Luiselli

İnsan Lekesi - Philip Roth 

Kapı - Magda Szabo

Kırık Ayna - Merce Rodoreda

Masumiyet ya da Özel İlişki - Ian Mc Ewan

Moskova'da Bir Beyefendi - Amor Towles

Mahcubiyet ve Haysiyet - Dag Solstad

Feneryolu Cinayetleri - Gencoy Sümer

Fener Balığı - Nuray Atacık

Trenin Tam Saatiydi - Heinrich Böll

Kitap Hırsızı - Markus Zusak

Japon Sevgili - Isabel Allende

Yetişkinlerin Yalan Hayatı - Elena Ferrante

Sinekli Bakkal - Halide Edip Adıvar

Mor Salkımlı Ev - Halide Edip Adıvar

Türk'ün Ateşle İmtihanı - Halide Edip Adıvar

Ev - Nermin Yıldırım 

Atmaca - Hikmet Hükümenoğlu 


Bağlar, Tamamen Kendimizi Kaybettik, Günden Kalanlar ve Ev en çok sevdiklerim diye not düşüyorum. Pekçok başka sevdiğim de var. Ama bir en bırakmak istedim. 

İskenderiye Dörtlüsü'nü zorlukla bitirdim. İçine giremedim ya da o beni almadı :)

Bu seneye kadar dizi izleme adetim yoktu, pandemiyle hayatıma girdi. İzleyip aklımda kalanları yazıyorum. 

Good Place

Dead To Me

Marcella

Vikings

Unortodoks

Rita

Bir Başkadır

Crown


Filmler de şöyle: 

Maudie

Kraliçe

Toskana Güneşi'nin Altında

Amadeus

Edebiyat ve Patates Turtası Derneği

İki Papa

Deli ve Dahi

Birdman veya Cahilliğin Umulmayan Erdemi

Hayallerin Peşinde

Fargo

9 Kere Leyla

Gözlerindeki Sır - El Secreto De sus Ojos






22 Aralık 2020

Ev - Nermin Yıldırım



Ev nedir? 

Huzur, aile, "başını sokacağın bir yer", dışarının hayhuyunu dışarıda bırakacağın bir sığınak...

Peki, ev hayatsa, hakikatse, belleğimizde yer edenler ya da tam tersi hatırlamak istemediklerimizse, iyisiyle kötüsüyle yarattığımız bir gerçekse eğer... Ev (romanı),  hatırlamayı başaramadıklarımızı, tercih etmediklerimizi didiklemeye, hem bireysel hem de toplumsal yaraları kaşımaya zorluyor. Başta tatlı tatlı, sonrasında "e yeter bu kadar" diyeceğimiz türde bir kaşıma. Hayata dair bildiklerimizin neredeyse tamamını biraz da canımızın acıdığı, kaşınan yerlerden öğrenmiyor muyuz?

Kendini hep evsiz hisseden, bir eve sahip ol(a)mayan, sığınacağı bir ev bulamayan Seher'le birlikte uzun bir yolculuğa çıkıyoruz kitapta. Portekiz Porto'dan İspanya Santiago'ya uzanan gerçek bir haç rotası olan Camino de Santiago boyunca Seher'in hem fiziki hem ruhsal yolculuğuna eşlik ediyoruz. Her yol, yolculuk gibi biraz çileli, çile çektikçe de hafifleten sağaltan bir yolculuk. "Söz verdiği yolculuğa" çıkan Seher, bu yola her ne kadar tek başına çıkmak istese de arkadaşı Ogo'nun onu yalnız bırakmamasından da memnundur. Seher'in yolda edindiği arkadaşlar ve pek tabii onların bu yola çıkma hikayeleri de vardır.

Seher'in yol hikayesinde, hatırlama-unutma-bellek ilişkisini irdeleyen Nermin Yıldırım, bir yandan da aileye, güvene, bağlanmaya ilişkin bildiklerimizi eşeliyor, bolca soru işaretleri bırakıyor aklımıza. 

Kitapla ilgili "keşke" diyeceğim tek konu, "Sonsöz" bölümü olabilir. Yazarımızın tercihine karışamasak da fazla uzun tutulmuş buldum. 

11 Aralık 2020

9 Kere Leyla, Cahide...

 


Çoğu kişi sevmemiş, ben Ezel Akay'ın 9 Kere Leyla filmini sevdim. IMDB'deki felaket notuna hiç değinmeyeyim :) Kara komedi ile müzikal arasında gidip gelen, bol göndermeli filmi gülümseyerek izledim. 

Buna karşılık çok seveceğime neredeyse emin olarak aldığım "Cahide" kitabını, ittire kaktıra 200. sayfaya getirdikten sonra bir gece "zorunda mıyım" diyerek bıraktım. 

Sıradışı hayatı, parıltısı, yeteneğinin yanı sıra pekçok konuda öncü olan bir kadının hayatını yazmak zor, malzemeye kıyamamayı, uzatmayı da belli ölçüde anlıyorum. Ama herkesin bir sınırı var demek ki. O kadar gereksiz diyalog arasında boğuşurken de zaten parıltı falan kalmıyor. 



 

05 Aralık 2020

Mor Salkımlı Ev - Türk'ün Ateşle İmtihanı - Halide Edip Adıvar




Anı kitaplarını, otobiyografileri, biyografileri, mektupları, günlükleri okumayı seviyorum. Bir yazarın anılarını okumuşsam üzerine romanlarını okumayı daha çok seviyorum. Satır aralarındaki ipuçlarını bulmak keyifli geliyor. Dönemi daha iyi kavrıyorum. Neyi, neden anlattığını, hangi karakterden ilham aldığını, yaşadığı dönemin izlerini bulmak, tahmin etmek hoşuma gidiyor.  

Bu ara çokça çağdaş edebiyat okuduğum için elim eskilere gitti. Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal'ını okuyacaktım. Baktım yanında Mor Salkımlı Ev duruyor. Ne zaman almışım hatırlamıyorum. Hatta roman sanıyorum, baktım anıları. Doğduğu 1884 yılından başlayıp 1918 yılına kadarki dönemi kapsıyor. Yani Abdulhamit'ten Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadarki dönem. Sizi bilmem, ben toplumsal dönüşümün hızlı olduğu zamanlarda insanların ne düşündüklerini, yaşadıklarını hep merak ederim. Bu ilk elden olunca daha da güzel oluyor. 

Sonuçta, Sinekli Bakkal'a niyet, Mor Salkımlı Ev'e kısmet başladım okumaya. 

İstanbul'da Abdulhamit Döneminde başlayan anılar, çok kültürlü çok renkli imparatorluğun bir de çöküş dönemine denk geldiği için tam cümbüş. Habeş, Çerkez halayıklar, lalalar, Yahudiler, Hristiyanlar, Kürt ağalar... sarayın artan baskısı, değişen toplumsal hayat, isimleri tarihe geçecek paşaların, düşünce ve fikir insanlarının bulunduğu bir ortamda geçen acısıyla tatlısıyla bir çocukluk.  

Jön Türkler, sonrasında İttihat Terakki, İzmir'in işgali, Halide Hanım'ın kürsüye çıktığı meşhur Sultan Ahmet mitingi, yavaş yavaş şekillenen Milli Mücadele. Anıların ilk cildi Mor Salkımlı Ev, 1918'de sona eriyor. Sevdim bu bölümü. 

Kitap bitti. Bakınırken anladım ki, bir de devamı var anıların. Türk'ün Ateşle İmtihanı. Bu ikinci kısım 1918'de İngilizlerin İstanbul'u işgaliyle Halide Hanım'ın Anadolu geçişi ile başlıyor, Cumhuriyet'in ilan edildiği tarihte son buluyor. İlk kitabın aksine, bu kitapta bir mesafe hissettim. Bazı olayları ima ederek geçiyor, bazılarında kanaat bildirmiyor. Cumhuriyet'in ilanından sonra yaşadığı fikir ayrılığı ile uzun süre yurtdışında yaşadığı da gözönünde bulundurularsa, kendini gizlemiş sanki Halide Hanım. Sonuçta anlattığı dönem itibariyle yine de ilgi çekici ve okunası bence. Anıların bonusu 1920'lerin Ankarası'na gitmek oldu benim için. Çiftlik, Kalaba, Ankara halkı ilginçti.  





Sinekli Bakkal - Halide Edip Adıvar


Sinekli Bakkal'ı siyah beyaz, cızırtılı, görüntüleri atlayan eski bir filmi izler gibi okudum. Meğer gerçekten de böyle bir filmi çekilmiş yıllar yıllar önce. 

Osmanlı'nın çöküş döneminde, Abdülhamit devrindeyiz. İstanbul'un daracık, kargacık burgacık bir sokağı.... Sinekli Bakkal'ın telaşesi içinde imamın kızı Emine, orta oyuncusu, karagöz oynatıcısı Tevfik'e gönlünü kaptırır. Sahnede kadın taklidi yaptığı için "Kız Tevfik" lakabıyla anılan Tevfik, neşeli, deli dolu, kabına sığmaz bir delikanlıdır. 

Emine'nin gönlü Tevfik'e düşer ama yaptığı işten, girdiği kılıktan memnun değildir. Şart koşar, evleneceksek bu işi bırakacaksın. Tevfik aşkına kavuştuğunu sanarken, esas büyük aşkı, hayatının ışığı olan oyunculuktan olur. Sonrası perperişanlık... 

Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal romanı bu kırık dökük aşk hikayeyle başlıyor. Emine ve Tevfik'in aşkından doğan Rabia ise kitabın asıl başkahramanı oluyor. 

Billur sesli, güzeller güzeli Rabia küçücük yaşında imam dedesinin de etkisiyle İstanbul'un en tanınmış hafızı haline geliyor. Rabia gelenekçi, törelere sıkı sıkıya bağlı. Ama bir yandan da babası, Kız Tevfik'in iyi kalpli, sanatına düşkün saflığı onda adeta yeniden doğmuş. Sanata aşık bir genç kız. Ama kalbi ayrı telden çalıyor Rabia'nın, ona söz geçiremiyor. 

Halide Edip, çok iyi bildiği bir dönemi ve şehri anlatıyor bize. İmparatorluğun çöküş döneminde padişahın artan baskısı, Jöntürk Hareketi ve mutlak hakimiyetin kırılma çabaları, payitahtta düzeni sağlamak için Fizan'a, Yemen'e, Şam'a sürülen onlarca masum insan, düzenin yıkılması gerektiğini savunup evinin korunaklı çatısının altından çıkmayı göze alamayan beyzadeler, kötü yönetimi bile bile devam ettiren vicdanıyla görev bilinci arasında sıkışıp kalan paşalar...Halide Edip'in çok sevdiği ve vazgeçmediği konusu Doğu-Batı ikilemi kitabın her yerinde zaten. 

Sinekli Bakkal'ı, Halide Edip'in anıları Mor Salkımlı Ev ve Türk'ün Ateşle İmtihanıyla birlikte okudum. Bugünden uzaklara gitmek istedim. Güncel olmasın istedim. Herkesin sorunlarla bir baş etme yöntemi ya da çaba harcama biçimi var. İyi geldi. 

1967 tarihli siyah beyaz Sinekli Bakkal filmine de göz ucuyla baktım. Rabia'yı Türkan Şoray oynamış. Bayılırım Türkan Şoray'a ama sanki Rabia'yı ince uzun şöyle Itır Esen'in gençliği gibi biri oynamalıymış. Filmde, Kız Tevfik rolünde Erol Günaydın, Peregrini rolünde ise Ediz Hun var. 

14 Kasım 2020

Yetişkinlerin Yalan Hayatı - Elena Ferrante


Napoli Romanları'nın gizemli yazarı Elena Ferrante bizi bir kez daha Napoli sokaklarına götürüyor. 

Napoli'de oldukça güzel koşullarda, akademisyen ve öğretmen anne-babasıyla büyüyen Giovanna, günün birinden babasıyla bir sürtüşmesinde yıllardır görüşülmeyen Halası Vittoria'ya benzetildiğini işitiyor. Ergenliğin yıpratıcı koridorlarında çarpa çarpa ilerleyen Giovanna, bu sözden ifade edenin istediğinden de fazla etkileniyor. Halası Vittoria'nın peşine düşen Giovanna bir başka Napoli ile karşılaşıyor. Napoli'nin oldukça yoksul bir mahallesinde yaşayan Halası'nın peşinde iki dünya arasındaki farkla sarsılıyor. Yoksulluk, çirkinlik, bayağılıkla özdeşleştirdiği aşağı Napoli keşfini sürdürürken, hayatını değiştiren bir başka olayla bütün ezberleri bozuluyor. Artık Giovanna için "çirkinliğin" ve samimiyetin ölçüsü para ile ölçülemeyecek kadar farklı hale geliyor.

Yetişkinlerin Yalan Hayatı, tıpkı Napoli Romanları gibi bize aileyi, mahalleyi, yakın arkadaşlığı, kadın -erkek ilişkilerini, cinselliği sorgulatıyor. Napoli Romanları'nda bunu çocukluktan ergenliği iki kız arkadaş üzerinden yapan Ferrante, bu kez ergenimiz Giovanna ile birlikte bu sorgulamayı yaptırıyor. Napoli ışıkları içinde yine ışıklı bir kitap bence...  

Yetişkinlerin Yalan Hayatı, Elena Ferrante, Everest Yayınları, 

1Baskı Ekim 2020, Çeviren: Eren Yücesan Cendey, s.339

06 Kasım 2020

Japon Sevgili - Isabel Allende


Yıllar yıllar önce Ruhlar Evi'ni izledim. Clara rolünde muhteşem Meryl Streep vardı. Çok etkileyici, sarsıcı bir filmdi. Filmi unuttum sayılır artık ama o sarsılma duygusu hala hafızamda. Açıkçası o zamanlar bu filmin Isabel Allende'nin kaleminden çıkan Ruhlar Evi'nin beyaz perde uyarlaması olduğunu bilmiyordum. Daha doğrusu Allende'yi duymamıştım. Böylece ben farkında olmasam da Allende ile Ruhlar Evi'nin filmiyle tanışmışız. 

Sonrasında Paula'yı okudum. Istıraplı konusuna karşın (Paula, Isabel Allende'nin kızının ismi ve kitap Paula'nın hastalığı ve ölümü üzerine) Allende muhteşem bir iş çıkarmış ve kızına kelimelerden bir anıt dikmişti. 

Arkasından Ruhlar Evi'nin romanı geldi. Çok karakterli, büyülü, tüyler ürpertici... 

Kış Ortasında belki de Allende kitapları arasında en sıradan olan olabilir benim için. Kötü müydü, asla... Ama beklenti büyük olunca, biraz böyle oluyor naparsınız. 

Japon Sevgili'ye geldi sıra... İşte yeniden Allende dediğim kitap. İlk sayfasından bağlandım kitaba. Allende bir yandan kişilerin oyuncaklı, derin iç dünyalarına dalarken, nasıl bu kadar ustaca siyasi atmosferi anlatabiliyor. Hep şaşırıcam buna.

İkinci Dünya Savaşı'nın ayak sesleriyle ülkesi Polonya'yı ve ailesini bırakmak zorunda kalan Alma ve Japon sevgilisi İchimei'nin engel tanımaz aşklarına tanık oluyoruz romanda. 

İki farklı zaman diliminde akıp giden romanın bugünü konu  edinen kısmında bir başka zorunlu sürgün olan Moldavali İrina katılıyor aramıza. 

Allende, göçmenlik, savaş, toplama kampları, farklı kimlikler, ırkçılık, kadınların ve çocukların istismarı, çocuk pornosu, yaşlılık gibi her biri ayrı bir roman konusu olabilecek alabildiğine çetrefil ve sert konuları uyum ve sakinlikle ele alıyor. Bu böyle olunca, Allende'nin kaleminden çıkan her kurguyu "ne muhteşem bir kadın ne güçlü bir kalem" diyerek okuyorum. 

Son bir not, kitabı kapaktaki güzel Japon bacım için alacaklara. Kitapta öyle bir kadın yok, zira Japon sevgili bir erkek ve erkekler kapakta kitabı sattırmıyor demek :))))


01 Kasım 2020

Rita

 


Asi ruhlu, isyankar, güzel öğretmen Rita (Mille Dinesen) ile maalesef vedalaştık. Başlangıçta kahvaltı eğlencesi olarak başladığım Rita'ya bağlandım. Onun sadece itiraz etmek için itiraz eden biri olmadığını derin bir vicdan taşıdığını gördüm, sevdim Rita'yı. 

Rita, sık sık tekrarladığı gibi çocukları yetişkinlerden (çoğu zaman ebeveynlerinden) korumak için öğretmen olmuştu. Çünkü bir zamanlar kendisinin de yetişkinlerden korunmaya ihtiyacı vardı. Eğlenceli, hazır cevap ama bir o kadar da vicdanlı Rita tam 5 sezon boyunca sıkmadan izletti kendini. 

Danimarka yapımı olması nedeniyle bu ülkenin eğitim sistemine de bakış atmamızı sağlıyor dizi. Oooo aradaki fark bin yıl diyeceğim, evet bu bir geyik ama; gerçekten gündemlerindeki konularla bizim gündemimiz arasında epey bir fark var. Efendim şekerli gıdaların tüketilmesi, iklim değişikliği, bütün derslerde başarılı olan öğrenciler hayatta başarısızlıkla karşılaşınca tökezler mi, akran zorbalığı, göçmen öğrencilerin entegrasyonu gibi gibi... pekçok konu Danimarka'nın ve eğitim sisteminin gündeminde anlaşılan. Bizim böyle dertlerimiz bildiğiniz gibi yok, o yüzden dizilere de konu olmuyor tabi. 

Ne diyeyim izledim, beğendim, pişman değilim. Yine olsa yine izlerdim ama ne yazık ki finali yapılmış dizinin.  


24 Ekim 2020

Kitap Hırsızı - Markus Zusak


Başlık ekle

Kitap Hırsızı, savaş üzerine dokunaklı bir öykü... Adından da anlaşılacağı üzere kitap sevgisi de kitabın yan temalarından biri... 

İkinci Dünya Savaşı'nın henüz başlarında Liesel Meminger isimli 10 yaşındaki bir kızın evlatlık olarak verileceği aileye götürülmesi ile açılıyor kitap. Liesel evlatlık olarak verilmiştir çünkü babası Yahudiler gibi Hitler'in hedefi olan bir grubun üyesidir: komünisttir. 

Nazi Almanyası'nda savaşın, ırkçılığın, açlığın kol gezdiği bir ortamda Liesel, Münih şehrinin Himmel Sokağı'nda yeni ailesi, yakın arkadaşı Rudy ve mahalledeki pek çok insanla birlikte savaş gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalır. 

Kitabın en ilginç tarafı anlatıcının Azrail olması... Bana biraz Momo'yu hatırlattı kitabın anlatım tarzı. Her ne kadar anlatıcı Azrail de olsa, anlatılış biçimi ve tekniği bakış açımızı hep 10 yaşındaki Liesel'e çeviriyor. Bu özellikle dramatik ve trajik olayların anlatımında ortaya çıkıyor. Hani, kaşındıran ama ısırmayan bir anlatım, bir çocuk güzelliği... 

10 Ekim 2020

Trenin Tam Saatiydi - Heinrich Böll


Savaşın anlamsızlığını, savaşı çıkaranların değil onun kurbanı olanların gözünden en iyi kim anlatabilir? 

Böll gibi saçmalığını bile bile "savaşmak" zorunda olan biri. 

Hayatta aşkı, sevgiyi bile tadamadan, hayal kuramadan bir emirle cepheye sürülen gencecik bir insan neler düşünür? İşte bu sorunun yanıtı için de Heinrich Böll'ün söylediklerine kulak vermemiz gerekiyor. 

Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru romanıyla ilk kez tanıdığım ve çok etkilendiğim Heinrich Böll, hayatı boyunca ele almaktan usanmayacağı konuya Trenin Tam Saatiydi kitabıyla tekrar dönüyor: Savaşın anlamsızlığı.

Andreas, İkinci Dünya Savaşı'nın son günlerinde er olarak cepheye katılma emri alır, biz bugün bilsek de o savaşın sonunun yakın olduğunu bilemez. Emri alıp cepheye gitmek üzere bindiği trende "yakında öleceğim. Barış nasıl birseydir göremeyeceğim. Ne müzik... ne çiçek... ne şiir... insanlar sevinemeyecek artık ve ben öleceğim" diye düşünür.

Bir tren dolusu, farklı hayatlardan farklı dünyalardan ve yaştan askerle birlikte cepheye ilerlerken Andreas'ın aklından tek bir düşünce geçmektedir: yakında ölecek olması. Tren yol aldıkça o da adeta ölümüne yaklaşmaktadır. 

Andreas'in "geleceğin yüzü yok artık" diye hayıflandığı, savaşın bu en karamsar günlerinde tren ara bir istasyonda bir gece kalır. O zaman dilimi Andreas'a Polonyalı Olina ile tanışma fırsatı tanır.