14 Kasım 2020

Yetişkinlerin Yalan Hayatı - Elena Ferrante


Napoli Romanları'nın gizemli yazarı Elena Ferrante bizi bir kez daha Napoli sokaklarına götürüyor. 

Napoli'de oldukça güzel koşullarda, akademisyen ve öğretmen anne-babasıyla büyüyen Giovanna, günün birinden babasıyla bir sürtüşmesinde yıllardır görüşülmeyen Halası Vittoria'ya benzetildiğini işitiyor. Ergenliğin yıpratıcı koridorlarında çarpa çarpa ilerleyen Giovanna, bu sözden ifade edenin istediğinden de fazla etkileniyor. Halası Vittoria'nın peşine düşen Giovanna bir başka Napoli ile karşılaşıyor. Napoli'nin oldukça yoksul bir mahallesinde yaşayan Halası'nın peşinde iki dünya arasındaki farkla sarsılıyor. Yoksulluk, çirkinlik, bayağılıkla özdeşleştirdiği aşağı Napoli keşfini sürdürürken, hayatını değiştiren bir başka olayla bütün ezberleri bozuluyor. Artık Giovanna için "çirkinliğin" ve samimiyetin ölçüsü para ile ölçülemeyecek kadar farklı hale geliyor.

Yetişkinlerin Yalan Hayatı, tıpkı Napoli Romanları gibi bize aileyi, mahalleyi, yakın arkadaşlığı, kadın -erkek ilişkilerini, cinselliği sorgulatıyor. Napoli Romanları'nda bunu çocukluktan ergenliği iki kız arkadaş üzerinden yapan Ferrante, bu kez ergenimiz Giovanna ile birlikte bu sorgulamayı yaptırıyor. Napoli ışıkları içinde yine ışıklı bir kitap bence...  

Yetişkinlerin Yalan Hayatı, Elena Ferrante, Everest Yayınları, 

1Baskı Ekim 2020, Çeviren: Eren Yücesan Cendey, s.339

06 Kasım 2020

Japon Sevgili - Isabel Allende


Yıllar yıllar önce Ruhlar Evi'ni izledim. Clara rolünde muhteşem Meryl Streep vardı. Çok etkileyici, sarsıcı bir filmdi. Filmi unuttum sayılır artık ama o sarsılma duygusu hala hafızamda. Açıkçası o zamanlar bu filmin Isabel Allende'nin kaleminden çıkan Ruhlar Evi'nin beyaz perde uyarlaması olduğunu bilmiyordum. Daha doğrusu Allende'yi duymamıştım. Böylece ben farkında olmasam da Allende ile Ruhlar Evi'nin filmiyle tanışmışız. 

Sonrasında Paula'yı okudum. Istıraplı konusuna karşın (Paula, Isabel Allende'nin kızının ismi ve kitap Paula'nın hastalığı ve ölümü üzerine) Allende muhteşem bir iş çıkarmış ve kızına kelimelerden bir anıt dikmişti. 

Arkasından Ruhlar Evi'nin romanı geldi. Çok karakterli, büyülü, tüyler ürpertici... 

Kış Ortasında belki de Allende kitapları arasında en sıradan olan olabilir benim için. Kötü müydü, asla... Ama beklenti büyük olunca, biraz böyle oluyor naparsınız. 

Japon Sevgili'ye geldi sıra... İşte yeniden Allende dediğim kitap. İlk sayfasından bağlandım kitaba. Allende bir yandan kişilerin oyuncaklı, derin iç dünyalarına dalarken, nasıl bu kadar ustaca siyasi atmosferi anlatabiliyor. Hep şaşırıcam buna.

İkinci Dünya Savaşı'nın ayak sesleriyle ülkesi Polonya'yı ve ailesini bırakmak zorunda kalan Alma ve Japon sevgilisi İchimei'nin engel tanımaz aşklarına tanık oluyoruz romanda. 

İki farklı zaman diliminde akıp giden romanın bugünü konu  edinen kısmında bir başka zorunlu sürgün olan Moldavali İrina katılıyor aramıza. 

Allende, göçmenlik, savaş, toplama kampları, farklı kimlikler, ırkçılık, kadınların ve çocukların istismarı, çocuk pornosu, yaşlılık gibi her biri ayrı bir roman konusu olabilecek alabildiğine çetrefil ve sert konuları uyum ve sakinlikle ele alıyor. Bu böyle olunca, Allende'nin kaleminden çıkan her kurguyu "ne muhteşem bir kadın ne güçlü bir kalem" diyerek okuyorum. 

Son bir not, kitabı kapaktaki güzel Japon bacım için alacaklara. Kitapta öyle bir kadın yok, zira Japon sevgili bir erkek ve erkekler kapakta kitabı sattırmıyor demek :))))


01 Kasım 2020

Rita

 


Asi ruhlu, isyankar, güzel öğretmen Rita (Mille Dinesen) ile maalesef vedalaştık. Başlangıçta kahvaltı eğlencesi olarak başladığım Rita'ya bağlandım. Onun sadece itiraz etmek için itiraz eden biri olmadığını derin bir vicdan taşıdığını gördüm, sevdim Rita'yı. 

Rita, sık sık tekrarladığı gibi çocukları yetişkinlerden (çoğu zaman ebeveynlerinden) korumak için öğretmen olmuştu. Çünkü bir zamanlar kendisinin de yetişkinlerden korunmaya ihtiyacı vardı. Eğlenceli, hazır cevap ama bir o kadar da vicdanlı Rita tam 5 sezon boyunca sıkmadan izletti kendini. 

Danimarka yapımı olması nedeniyle bu ülkenin eğitim sistemine de bakış atmamızı sağlıyor dizi. Oooo aradaki fark bin yıl diyeceğim, evet bu bir geyik ama; gerçekten gündemlerindeki konularla bizim gündemimiz arasında epey bir fark var. Efendim şekerli gıdaların tüketilmesi, iklim değişikliği, bütün derslerde başarılı olan öğrenciler hayatta başarısızlıkla karşılaşınca tökezler mi, akran zorbalığı, göçmen öğrencilerin entegrasyonu gibi gibi... pekçok konu Danimarka'nın ve eğitim sisteminin gündeminde anlaşılan. Bizim böyle dertlerimiz bildiğiniz gibi yok, o yüzden dizilere de konu olmuyor tabi. 

Ne diyeyim izledim, beğendim, pişman değilim. Yine olsa yine izlerdim ama ne yazık ki finali yapılmış dizinin.  


24 Ekim 2020

Kitap Hırsızı - Markus Zusak


Başlık ekle

Kitap Hırsızı, savaş üzerine dokunaklı bir öykü... Adından da anlaşılacağı üzere kitap sevgisi de kitabın yan temalarından biri... 

İkinci Dünya Savaşı'nın henüz başlarında Liesel Meminger isimli 10 yaşındaki bir kızın evlatlık olarak verileceği aileye götürülmesi ile açılıyor kitap. Liesel evlatlık olarak verilmiştir çünkü babası Yahudiler gibi Hitler'in hedefi olan bir grubun üyesidir: komünisttir. 

Nazi Almanyası'nda savaşın, ırkçılığın, açlığın kol gezdiği bir ortamda Liesel, Münih şehrinin Himmel Sokağı'nda yeni ailesi, yakın arkadaşı Rudy ve mahalledeki pek çok insanla birlikte savaş gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalır. 

Kitabın en ilginç tarafı anlatıcının Azrail olması... Bana biraz Momo'yu hatırlattı kitabın anlatım tarzı. Her ne kadar anlatıcı Azrail de olsa, anlatılış biçimi ve tekniği bakış açımızı hep 10 yaşındaki Liesel'e çeviriyor. Bu özellikle dramatik ve trajik olayların anlatımında ortaya çıkıyor. Hani, kaşındıran ama ısırmayan bir anlatım, bir çocuk güzelliği... 

10 Ekim 2020

Trenin Tam Saatiydi - Heinrich Böll


Savaşın anlamsızlığını, savaşı çıkaranların değil onun kurbanı olanların gözünden en iyi kim anlatabilir? 

Böll gibi saçmalığını bile bile "savaşmak" zorunda olan biri. 

Hayatta aşkı, sevgiyi bile tadamadan, hayal kuramadan bir emirle cepheye sürülen gencecik bir insan neler düşünür? İşte bu sorunun yanıtı için de Heinrich Böll'ün söylediklerine kulak vermemiz gerekiyor. 

Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru romanıyla ilk kez tanıdığım ve çok etkilendiğim Heinrich Böll, hayatı boyunca ele almaktan usanmayacağı konuya Trenin Tam Saatiydi kitabıyla tekrar dönüyor: Savaşın anlamsızlığı.

Andreas, İkinci Dünya Savaşı'nın son günlerinde er olarak cepheye katılma emri alır, biz bugün bilsek de o savaşın sonunun yakın olduğunu bilemez. Emri alıp cepheye gitmek üzere bindiği trende "yakında öleceğim. Barış nasıl birseydir göremeyeceğim. Ne müzik... ne çiçek... ne şiir... insanlar sevinemeyecek artık ve ben öleceğim" diye düşünür.

Bir tren dolusu, farklı hayatlardan farklı dünyalardan ve yaştan askerle birlikte cepheye ilerlerken Andreas'ın aklından tek bir düşünce geçmektedir: yakında ölecek olması. Tren yol aldıkça o da adeta ölümüne yaklaşmaktadır. 

Andreas'in "geleceğin yüzü yok artık" diye hayıflandığı, savaşın bu en karamsar günlerinde tren ara bir istasyonda bir gece kalır. O zaman dilimi Andreas'a Polonyalı Olina ile tanışma fırsatı tanır. 


03 Ekim 2020

Fener Balığı - Nuray Atacık


Nuray Atacık çok yenilerde duyduğum ve ilk kez okuduğum bir yazar. Kitabı okurken, "sanki bunu bir erkek yazmış" hissiyatına kapıldım. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum, mekanın cinayet büro, ortamın ve jargonun erkek egemen olmasından kaynaklanıyor tabii bu. 

Polisiye kitaplardan ipucu vermeden bahsetmek zor oluyor. Fener Balığı için de bu kural geçerli tabi. Ama kitabın merkezine Cinayet Büro'nun, Murat Amir ve ekibinin oturduğunu söylemek mümkün. Ekibindekilerden kısaca bahsedersek: delişmen, yakışıklı, kadınlara fazlasıyla ilgili genç Halil, alaylı, biraz eski kafalı polis Ahmet ve ekibin atom karıncası akıllı mı akıllı Esin. Esin bu kadar erkek polis içinde parlıyor adeta.

Konuya gelince... 

Genç kızların sevgilisi, genç, yakışıklı ama biraz hoppa Boğaziçi Üniversitesi son sınıf öğrencisi torbacı Sercan'ın başının belaya girmesiyle hayatımıza giriverir karizmatik, kadın düşkünü, hırslı Barlas. Peşinden de güzel fakat kompleksi eşi Gaye, Barlas'ın asla vazgeçemediği sevgilisi Meltem... Onlar bir yanda hırslarıyla,varolma savaşıyla birbirleriyle didişirken, biz müritleriyle, abileriyle İstanbul'un ortasında bir tarikatın içinde buluruz kendimizi. Bu birbirleriyle asla yan yana gelmeyecek dünyaları ve insanları ise ancak bir cinayet buluşturur. 

Fener Balığı keyifli bir okuma sağladı. Yazarın ikinci kitabı Bukalemun'u da listeye ekledim böyle olunca. 

Kitabı bitirince bile isminin neden Fener Balığı olduğunu bir türlü çözemedim. Oldukça çirkin, koca ağızlı bu balıkla denizin dibini bulan karakter arasında bir bağ da kuramadım. Çözen, bilen varsa haber etsin...  

23 Eylül 2020

Feneryolu Cinayetleri - Gencoy Sümer


Uzun süredir ara verdiğim polisiyeye dönmenin şerefine kitap kapağına içerikle ilişkili süsleme yaptım. Müessese hiçbir çabadan, emekten kaçınmıyor görüldüğü gibi :)

Çok iyi geldi polisiye, bir süre böyle gidebilirim diye düşünüyorum. Hoş, hayatımız olmuş olay yeri ama çivi çiviyi söküyor mu ne, iyi geliyor sonuçta. 

Feneryolu Cinayetleri, kapalı oda polisiyesinden az köşk bahçesine kadar açılmış, çok hoş, klasik polisiye özellikleri taşıyan bir kitap. Konusuna gelince...

Güzeller güzeli sinema oyuncusu Piraye Biricik'in intiharının üzerinden 13 yıl geçtikten sonra özel dedektifimiz Kerim Ülkü'ye yazılan bir mektup dosyanın tekrar açılmasına neden olur. Üzerinden uzun yıllar geçse de Piraye Biricik olayı, o günleri yaşayanların hafızalarından silinebilecek gibi değildir zaten. 

Özel dedektifimiz Kerim Ülkü'ye eşlik eden Dr. Watson yardımcı rolündeki Faruk Arman, Piraye'nin sır intiharını marifetle çözmeye uğraşırken, son dakikaya kadar bize ipucu vermeyerek sağ olsunlar heyecanımızı da diri tutmayı başarıyorlar. 

18 Eylül 2020

Mahcubiyet ve Haysiyet - Dag Solstad

Kısacık ama içime dokunan bir kitap okudum: Mahcubiyet ve Haysiyet

Elli yaşını geçmiş edebiyat öğretmeni Elias Rukla, Norveç'in Başkenti Oslo'da bir lisede 25 yıldır edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Gençliğinde "kelimelerle anlatılamaz" bir güzelliğe sahip eşi Eva Linde şimdilerde zarif hatlarını yitirmiş, biraz da şişmanlamıştır. Üvey kızı Camillia ise 18 yaşını doldurunca evden ayrılmış, kendi hayatını kurmuştur. Yakın arkadaşı Johan ise şimdi çok uzaklardadır. 

Rukla, belli bir rutin ve durağanlık içinde yaşamını sürdürmekte, müfredatın belirlediği edebiyat eserlerini öğrencileriyle birlikte irdelemekte ve dışardan bakıldığında her şey seyrinde gözükmektedir. 

Diğerlerinden farklı olmayan bir sabah işine giden ve derste Henrik İbsen'in "Yaban Ördeği" oyununu işleyen Rukla, belki de yılların getirdiği bir patlama yaşar; hayatı geri dönülemez biçimde değişir. 

Dag Solstad ustalıklı biçimde "kendini okula ve evine hapsetmiş", toplum dışı ve yenik bir adam olan Elias Rukla portresini çiziyor. Rukla, yenilmiştir çünkü bir çağ kapanmış ve beraberinde Elias'ı da götürmüştür. 

“Çok iyi eğitim almış yetişkin bir adam, 25 yıldır masrafları kamu tarafından karşılanmak suretiyle bu sınıfta oturuyor ve öğrencilerin sıkılıp sıkılmadıklarını dikkate almaksızın ortak kültür mirasımıza ait edebi eserlerin bir bölümünü ders olarak işliyordu”

Mahcubiyet ve Haysiyet/Dag Solstad

Çeviren: Banu Gürsaler Syvertsen

Yapı Kredi Yayınları, 106 s.

 

13 Eylül 2020

Moskova'da Bir Beyefendi - Amor Towles


Moskova'da Bir Beyefendi, okurken onunla ilgilenmediğim için minnoş kızım Leyla'nın pek yüz vermediği ve hatta resmen tavır koyduğu benimse çok sevdiğim bir kitap oldu. 

550 sayfalık hacmine bakıp da ürkmemek lazım su gibi akıp geçiyor. 

Kont Aleksandr İlyiç Rostov, beş yıl önce yazdığı bir şiir yüzünden 1922 yılında suçlu bulunarak Moskova'da bir otelde ömür boyu göz hapsinde tutulma cezası alır. "İnsanın içinde bulunduğu koşullara hükmetmesi" gerektiğini düşünen Kont, aldığı bu ceza karşısında gözyaşı döküp yaşamının geri kalanını kahretmekle geçirmek yerine, içinde bulunduğu koşullara uyum sağlayarak kendine otelin sınırları içinde yeniden bir hayat kurar. 

Moskova'nın ve belki de Rusya'nın en ünlü oteli Metropol, Kont'un renkli kişiliği, aylak entellektüelliği ile dalga geçme beceresi, yemek, içkiler, giyim-kuşam ve akla gelebilecek her konudaki incelikli zevkleri ile büyür büyür ve onun ülkesi olur. 

Elbette Kont eski düzeni temsil eden aristokrasinin bir temsilcisi olarak geçen zamanın, değişen koşulların farkındadır. Çarlık Rejimi'nin yıkılmasına Sovyetler'in kuruluşuna tanıklık etmiş ve hala da değişen dünyayı gün gün izlemektedir. Geldiği sınıfa, aldığı eğitime ters gelen birçok değişim Kont'un alaycı eleştirilerinin hedefi olsa da bir yandan da koşullara uyum sağlamanın, hayatta kalmanın, hayattan keyif almanın ilmini öğretir bize. 

Otelin koridorlarında, yemek salonlarında, odalarda kimi zaman eşsiz güzellikte bir aktris çıkar karşısına kimi zamansa geçmişten gelen bir dostu ile gençliğine, anılarına gider. Bir bakmışsın ülkenin en önemli otelinde küçük bir kız çocuğunun peşine takılıp gizli gizli üst düzey toplantıları izler Kont, kimi zamansa mutfakta en güzel menüyü çıkarmaya çalışan aşçıbaşına akıl verir. 

Adım adım içinde bulunduğu koşullara hükmetmeyi başaran Kont'u izlerken, biz de onun keyifli hikayesine şahit olur kendimizi şanslı hissederiz.

07 Eylül 2020

Gözlerindeki Sır - El Secreto De Sus Ojos (2009)


Cumartesi günü Netflix'e yeni düşen "Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum"u izledim. Daha doğrusu izleyemedim. Başrolündeki şirin kadına rağmen sevmedim, beğenmedim, sonunu da getiremedim. 

Pazar günü ise isabetli bir seçim yaparak, 2009 yapımı başrollerinde harika Ricardo Darin ve bence büyüleyici Soledad Villamil'in oynadığı polisiye-gerilim türündeki Gözlerindeki Sır'ı izledim. Arjantin-İspanya ortak yapımı film, adalet kavramına odaklanarak yargı sistemi, suç-suçlu ilişkisini, devletin karanlık ilişkilerini (esasen faşist bir yönetim biçimi altında adaleti) sorguluyor. 

Arjantin bazı açılardan bize çok benziyor. (Örnek çok da en bilineni 1976-83 yılları arasında ülkenin yönetimine el koyan askeri rejim sırasında kaybolan/kaybedilen çocukları için 43 yıldır Devlet Başkanlığı Sarayı önünde toplanan Plaza de Mayo anneleri gibi...)

Filmin konusu...

1999 yılında artık emekli olmuş eski savcılık müfettişi Benjamin Esposito, 1974 yılındaki bir tecavüz-cinayet davasını zihninde ve duygularında bir türlü kapatamaz ve bununla ilgili bir roman yazmaya karar verir. Davayı aklından atamayan tek kişi Benjamin de değildir üstelik. Cinayet-tecavüze kurban giden gencecik kadının kocası,  o dönem birlikte çalıştıkları arkadaşları için de bu dava hayatlarında bir dönüm noktasıdır çünkü adalet tecelli etmemiştir. 

Böyle kabaca anlatılınca filmin inceliklerini sezmek çok zor oluyor, ancak filmin çok usta işi olduğunu söyleyebilirim. Zamanında da kazanılmadık ödül bırakmamış zaten. 

Filmin çok etkileyici sahneleri var: 

Stadyum sahnesi bunlardan biri... Bir diğeri başkahramanın "korkuyorum" notu... bir başkası asansör sahnesi... enfes... ipucu vermeden bunları anlatmak çok zor vesselam, izlemediyseniz izleyin. 


29 Ağustos 2020

Masumiyet ya da Özel İlişki - Ian McEwan

 


Azıcık söyleneyim hemen kitabı anlatıcam....

Malum korona patladı iyice, ben de işe yürüyerek gitmek zorunda kalıyorum. Bir yandan tembelliğimin darbe alması bir yandan sıcak hava derken, yoruluyorum, erkenden uykum geliyor. Elime aldığım kitabı iki sayfa okuyup uyuyorum. Efenim kısaca bu mazaretlerle okuyamıyorum, okuyamayınca kendimi tazeleyemiyorum falan filan... Dertliyim yani bu aralar... Ama toparlayacağım. 

Şimdi kitabın adına uyumla masum oğlumun tuttuğu kitaba zıplıyorum...

Ian McEwan'ı Kefaret'ten bu yana seviyorum. İnsanın derinlerine inmeyi ve her defasında ele aldıklarıyla şaşırtmayı biliyor. Üslubu da her daim akıcı, merak uyandırıcı. 

Masumiyet ya da Özel İlişki yazarın bir yerde okuduğum, bahsedilen, duyduğum bir kitabı değildi, tesadüfen -muhtemelen üslubuna güvenerek- alıp atmışım kütüphaneye. Daha önce Suçsuz adıyla yayımlanmış. Hitchcock'un Gizli Teşkilatı filmini izleyenlere yakın gelecek bir konusu var kitabın. 

İkinci Dünya Savaşı sona ermiş, artık Soğuk Savaş başlamıştır. 

25 yaşındaki deneyimsiz, biraz içe kapanık, hayatı tanımamış, posta servisi memuru İngiliz kahramanımız Leonard Marnham, Almanya Berlin'e Amerikalılar ve İngilizlerin ortak çalıştığı tarihe "Altın Operasyon" adıyla geçen gizli bir operasyonda görev almak için ayak basar. Operasyonun amacı, Amerikalılar ve İngilizlerin, Doğu Berlin ile Sovyetler arasındaki gizli haberleşemelerini dinlemek üzere bir tünel kazmaları ve elektronik haberleşme yollarına sızmaya çalışmalarıdır. Marnham da teknisyen olarak bu operasyonda görev alır. Arka planımız bu. 

Şehirdeki görevi sırasında tanıştığı Maria ile nişanlanan Marnham, hiç ummadığı bir anda Maria'nın alkolik ve kavgacı eski kocası Otto'yu hayatında bulur. Bu karşılaşma, ikilinin ilişkisini de operasyonun seyrini de dramatik bir biçimde değiştirir. 

McEwan, masum görünen bir insanın, kendisinin dışında gelişen olaylar karşısında aldığı tavrı gözlemlememiz için bize bir deney imkanı sunarken; masumiyet nedir, insan iradesi olayların gelişimini ne ölçüde değiştirebilir, insanın sınırları nelerdir sorularını sorduruyor. Özellikle kitabın yarısından sonrası bir polisiye roman tadında ve akıcılığında ilerliyor. Tavsiye olunur. 



 

17 Ağustos 2020

Kırık Ayna - Merce Rodoreda

Somut kazanıma odaklı insanlar için şöyle efsane bir soru var, özellikle kurgu kitaplar için; "Büyük bir bölümünü de unuttuğumuz düşünülürse, kitap okumanın faydaları nelerdir?" Ben artık bu soruya cevap vermem de olası cevaplar şöyle ilerliyor; "Olaylara farklı bakış açısı geliştirmek, empati yeteneği, anlama ve ifade etme yeteneğini geliştirmek....." uzayıp gidiyor.

Ülkenin bitmek tükenmek bilmeyen kabus gündeminin üzerine bu pandemi de çökünce, "zorunluluklar" dışında canımız da koşullar da yüzyüze iletişime izin vermediğinden beri kitapların benim için yeni bir faydası daha doğdu: "Akıl sağlığını korumak"

Başka başka hayatlara dokunmak, hiç bilmediğim coğrafyalara ve yıllara gitmek, insanlığın inişli çıkışlı yaşam serüveninde çok parlak anlar olduğu gibi büyük buhranların da olduğunu hatırlamak ve bir gün illa ki bir değişimin yaşanacağını bilmek, en azından bu olasılığı saklı tutmak... Elime bir roman aldığımda, sayfalarını çevirdiğimde bunları düşünüyorum, iyi geliyor.

Gelelim kitabımıza...

Katalan edebiyatının önde gelen yazarlarından Merce Rodoreda'nin yazdığı Kırık Ayna, bir ailenin üç kuşağının hikayesi.

Roman, oldukça kalabalık karakter listesi ve zaman zaman rüya ile gerçek arası anlatımıyla bana Allande'nin Ruhlar Evi'ni, Marquez'in kitaplarını hatırlattı. Başlardaki melodramik yapısı sonrasında dağılan roman, binbir çeşit rengi, duyguyu, öfkeyi, kıskançlığı kabaca göstermektense hissettirmeyi seçiyor.

Barselona'nın dışında, geniş arazilere yayılan ve adeta bir şatoyu andıran Sant Gervasi çiftliğinde geçen kitap, şans getirdiğine inanılan sedir ağaçları, böğürtlenler, defne ağaçları, mor salkımlar; gine tavukları, sülünler, tavus kuşlarının şahitliğinde bir ailenin sırlarına ortak ediyor bizi. Bütün bu insan, hayvan ve bitki şamatasının içinde geniş evin koridorlarında dolaşırken fısıldananları duyuyoruz, kavgalar sırasında ağzını tutamayanların öfkeyle yüze vurduklarını işitiyoruz, bir ailenin pişmanlıklar, yanlışlar ve hayalkırıklıkları içinde nasıl savrulduğunu okuyoruz. Bir gün herkes elini eteğini çekse, terk etse de Sant Gervasi çiftliği ve o koskocaman bahçe hakiki bir başkahraman olarak bize gerçekleri fısıldamayı sürdürüyor.

"Ayna kırılmıştı. Parçaları topluyor ve uygun görünen boşluklara yerleştiriyordu. Seviyeleri farklı ayna parçaları şeyleri oldukları gibi yansıtır mıydı? Ve ansızın her bir ayna parçasında bu evde yaşadığı yılları gördü"

09 Ağustos 2020

Kapı - Magda Szabo

Macar Edebiyatı'nın önde gelen isimlerinden biri olan Magda Szabo'nun Türkçe'ye çevrilen dört kitabından biri Kapı. 

İlk başta bana biraz kasvetli gelen roman, sonrasında sahici ve samimi hikayesiyle büyüledi, başta kasvet olarak hissettiğim şeyin ise ince bir hüzün olduğunu anladım. Hangi sahici anlatıda hüzün yok ki sahi?

Kapı, iki dünya savaşının ardından uzun yıllar Sovyet işgali altında kalacak 1960'lar Macaristanı'nda bir kadın yazarın gözünden ona ev işlerinde yardımcı olan yaşı geçgin hizmetçisi Emerenc'i anlatıyor. 

Bilgili, görgülü, çalışkan, başarılı yazarımız, sadece üç yıl eğitim hayatını sürdürebilen Emerenc'in engin hayat bilgisi ve tecrübesi karşısında kendini çoğu zaman çaylak hissediyor.

Daha çok küçükken babasını ardından annesi ve ikiz kardeşlerini trajik bir şekilde kaybeden, 13 yaşından bu yana türlü çeşitli kişilerin yanında hizmetçilik eden Emerenc, artık mümkün olmayanı denemeyecek kadar bilge bir kadındır. 

Tartışma kabul etmez, sert bir karaktere sahip Emerenc, çalışacağı evleri kendi seçer; sorgulatmaz ama sorgular. 




Kendine yardım edilemeyen birinin zaten yardıma ihtiyacı yoktur Emerenc'e göre, Ancak ihtiyaç duyan herkesin yanındadır, özellikle engin merhametiyle hayvanların dostudur. Herkesin sevgilisidir Emerenc...Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle bütün bir mahallenin işini görür. Ancak Emerenc'in bir dokunulmazı vardır hayatta; kimse evinin kapısından içeri giremez, buna izin vermez. Kapının arkasındaki sırrını kimse bilmez. 

Tartışmasız çok sevdim ve çok etkilendim Kapı'dan... Unutmadan Kapı'nın başrollerinde Helen Mirren'ın oynadığı filmi de var. 

03 Ağustos 2020

İnsan Lekesi - Philip Roth

"Dışarıya biraz su döküyordum; o (karga) dosdoğru kapıya gitti ve dışarı çıkıp ağaçların arasına girdi. Birkaç dakika içinde üç dört karga geldi. Ağaçta onun etrafını aldılar. Akıllarını kaçırmış gibiydiler. Ona saldırıyorlardı. Sırtına vuruyorlardı. Haykırıyorlardı. Ona çarpıyorlardı, falan. Birkaç dakika içinde geldiler. Onun sesi doğru çıkmıyor. Karga dilini bilmiyor. Dışarıda onu sevmiyorlar. Elde büyütülünce böyle olur işte. Bütün hayatı boyunca bizim gibi insanların etrafından yaşayınca böyle olur. İnsan Lekesi. Bir iz gerektirmeyecek kadar içsel olan leke. Bu yüzden bütün temizlenmeler birer şakadan ibaret."

İnsan lekesi, sadece hayvanlara sürdüğümüz bir leke değil. İnsanlar da insanlara bu lekeyi damga gibi vuruyor; tıpkı uydurulmuş namus lekesi gibi. Sen ister saçmalığına inan istersen inanma, insanlar bu lekeler yüzünden ölüyor, hayatları düğüm oluyor, karmaşıklaşıyor. Sonra da diyorsun ki, "bari kendine karşı dürüst ol" Bu kim için mümkün ki... 

Philip Roth'u çok duydum, okumak bugüne kısmetmiş. İnsan Lekesi, Amerika'da iki yıl önceki emekliliğine kadar yakınlardaki Athena Üniversitesi'nde yirmi küsür yıl klasik eserler profesörü olarak çalışmış, ayrıca on altı yıldan fazla da fakülte dekanlığı yapmış 71 yaşındaki Yahudi Profesör Coleman Silk'in siyah iki öğrencisine yönelik ırkçı ifadeler kullanması sonrasında işinden, kariyerinden olmasıyla açılıyor. 

Roth'un kurmaca karakteri yazar Nathan Zuckerman'ın gözünden anlatılan kitapta, Coleman'ın bu olaylardan kısa süre sonra ölen karısına, çoğu ilişkisini kesmiş çocuklarına, gündelikçi olarak çalışan, okuma-yazma dahi bilmeyen 34 yaşındaki Faunia Farley ile ilişkisine odaklanıyoruz. 

Coleman Silk, gerçekten ırkçı mı, suçlamalar doğru mu?

Hiçbir şeyin göründüğü kadar basit olmadığı bir dünyada, tanık olduklarımıza hak vermek ve onaylamak zorunda kalmadan ama neyin neden olduğunu da çok iyi kavrayarak ilerliyoruz. 

Faunia'nın eski kocası eski bir Vietnam gazisi Lester Farley'in travmaları, eğitim kariyerindeki kusursuz çizgiye karşın her halinden huzur bulamadığı belli olan Athena Üniversitesi'nden bir başka profesör Delphine Roux, Coleman'ın öfkeli çocukları, akıllı ve sebatkar kızkardeşi bize hem kendilerini anlatıyor, hem onlarda kendimizi görüyoruz biraz biraz. 


02 Ağustos 2020

Kraliçe ya da Ancak Başına Bir Talihsizlik Geldiğinde Kendini Bulma Sanatı


Delphi’de muhafazakar, kapalı bir ailede büyüyen Rani (anlamı kraliçe demekmiş), düğününe iki gün kala Londra görüp esas kızımızı beğenmeyen nişanlısı tarafından terk edilir.

Rani’nin önünde iki seçenek vardır: ya oturup kaderine ağlayacak ya da uzun süredir planladığı Paris balayına tek başına gidecektir. Rani ikinciyi seçer.

Rani, Paris’e adımını attığı andan itibaren kendini yetiştiği kültürden, kendi değerlerinden oldukça farklı insanlar içinde bulur. Ancak yargılamaz, kabul eder, uyum sağlar, keşfeder, eğlenir ve hiç gülmediği kadar güler.

Bir kendini bulma hikayesi olan filme, Hint filmlerinin olmazsa olmazı renk şamatası, dans ve müzik eşlik ediyor.




01 Ağustos 2020

Toskana Güneşi'nin Altında - Kadınların Evrensel Yanlışları

İyi hissettiren filmler diye bir kategori var (ihtiyaca binaen hemen ekliyorum) Bu kategorideki filmlerin çoğu güldürüyor, eğlendiriyor ama isteyene hayat dersi de çok. Mutluluk ve anlam meyvelerinden sabırla bal toplayan kadınlar seviyor bu filmleri, ademoğulları dudak büküyor. 

Sevgili arkadaşım Yamicka tavsiye etti orijinal adı Under The Tuscan Sun olan filmi bana; yanıltmaz, izlemeden de biliyordum. Niyeyse Toskana Güneşi Altında demek varken, Kızgın Güneş diye çevrilmiş. 

İtalya ışığı, güneşi, kırları, eski bir İtalyan evi, kadeh kadeh şarap, her boy ve çeşitten hoş İtalyan erkekleri ve kadınları, bol bol kahkaha eşliğinde müsadenizle filmin konusuna geçiyorum. 


Frances Mayes, 35 yaşlarında oldukça başarılı bir eleştirmen ve yazardır. Düzen kurulmuş, hayat 
mutlulukla akmaktadır. Frances bir tesadüf eseri kocasının onu aldattığını öğrenir, dünyası başına yıkılır. Aldatılmış, boşanmış, birlikte oturdukları evi de boşanırken eski kocasına kaptırmış Frances, derin bir depresyona sürüklenirken yakın arkadaşı Patti'nin bunu fark etmesi ve onu bir İtalya tatiline zorlamasıyla olaylar gelişmeye başlar. 

Frances, İtalya tatiline ayaklarını sürüyerek depresyonunu da alıp gider. Ancak ani bir kararla İtalya'da eski bir kır evi satın alarak kalmaya karar verir. Hayatta kalp acısının geçmesini beklerken yapılacak en iyi şeyi yapar, evi baştan aşağı yeniler, hummalı bir çalışmanın içine girer. Ama farkındadır ki, bir evi ev yapan dört duvar değildir. Hayatı paylaşacağı bir soluk arar. Tabi İtalya'da olduğumuzun da altını çizerek, bu soluğun cama üflenmesiyle bir müddet sonra yok olmasının kaçınılmaz olduğunun da altını çizmek gerekir. 




Patti'nin yanına gelmesi, yaşadığı yerdeki insanlarla arkadaşlıklar geliştirmesi, aşklara-mutluluklara tanık olması Frances'e aile kavramını, mutluluğu yeniden düşündürtür, adeta içinden bir ses demektedir ki, sen gideceğin yolu yürümeye başla, hiç ummadığında illa seninle yürümek isteyen çıkacaktır. 

Neşeli, coşkun karakterli İtalyanların boy gösterdiği, Amerikalı kadın bir yazarın başrolde oynadığı bir filmi izleyen Türkiye'den bir kadının, biz kadınların evrensel yanlışlarını görüp de bununla eğlenmemesi mümkün değil. E kendin yaşayınca gülmüyorsun... doğru söze ne denir.  

Son bir hoşluk: Film, Amerikalı yazar Frances Mayes'in "Toskana Güneşi Altında: Evde, İtalya'da" isimli anılarından derlenerek Audrey Wells tarafından beyazperdeye taşınmış.