23 Eylül 2020

Feneryolu Cinayetleri - Gencoy Sümer


Uzun süredir ara verdiğim polisiyeye dönmenin şerefine kitap kapağına içerikle ilişkili süsleme yaptım. Müessese hiçbir çabadan, emekten kaçınmıyor görüldüğü gibi :)

Çok iyi geldi polisiye, bir süre böyle gidebilirim diye düşünüyorum. Hoş, hayatımız olmuş olay yeri ama çivi çiviyi söküyor mu ne, iyi geliyor sonuçta. 

Feneryolu Cinayetleri, kapalı oda polisiyesinden az köşk bahçesine kadar açılmış, çok hoş, klasik polisiye özellikleri taşıyan bir kitap. Konusuna gelince...

Güzeller güzeli sinema oyuncusu Piraye Biricik'in intiharının üzerinden 13 yıl geçtikten sonra özel dedektifimiz Kerim Ülkü'ye yazılan bir mektup dosyanın tekrar açılmasına neden olur. Üzerinden uzun yıllar geçse de Piraye Biricik olayı, o günleri yaşayanların hafızalarından silinebilecek gibi değildir zaten. 

Özel dedektifimiz Kerim Ülkü'ye eşlik eden Dr. Watson yardımcı rolündeki Faruk Arman, Piraye'nin sır intiharını marifetle çözmeye uğraşırken, son dakikaya kadar bize ipucu vermeyerek sağ olsunlar heyecanımızı da diri tutmayı başarıyorlar. 

18 Eylül 2020

Mahcubiyet ve Haysiyet - Dag Solstad

Kısacık ama içime dokunan bir kitap okudum: Mahcubiyet ve Haysiyet

Elli yaşını geçmiş edebiyat öğretmeni Elias Rukla, Norveç'in Başkenti Oslo'da bir lisede 25 yıldır edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Gençliğinde "kelimelerle anlatılamaz" bir güzelliğe sahip eşi Eva Linde şimdilerde zarif hatlarını yitirmiş, biraz da şişmanlamıştır. Üvey kızı Camillia ise 18 yaşını doldurunca evden ayrılmış, kendi hayatını kurmuştur. Yakın arkadaşı Johan ise şimdi çok uzaklardadır. 

Rukla, belli bir rutin ve durağanlık içinde yaşamını sürdürmekte, müfredatın belirlediği edebiyat eserlerini öğrencileriyle birlikte irdelemekte ve dışardan bakıldığında her şey seyrinde gözükmektedir. 

Diğerlerinden farklı olmayan bir sabah işine giden ve derste Henrik İbsen'in "Yaban Ördeği" oyununu işleyen Rukla, belki de yılların getirdiği bir patlama yaşar; hayatı geri dönülemez biçimde değişir. 

Dag Solstad ustalıklı biçimde "kendini okula ve evine hapsetmiş", toplum dışı ve yenik bir adam olan Elias Rukla portresini çiziyor. Rukla, yenilmiştir çünkü bir çağ kapanmış ve beraberinde Elias'ı da götürmüştür. 

“Çok iyi eğitim almış yetişkin bir adam, 25 yıldır masrafları kamu tarafından karşılanmak suretiyle bu sınıfta oturuyor ve öğrencilerin sıkılıp sıkılmadıklarını dikkate almaksızın ortak kültür mirasımıza ait edebi eserlerin bir bölümünü ders olarak işliyordu”

Mahcubiyet ve Haysiyet/Dag Solstad

Çeviren: Banu Gürsaler Syvertsen

Yapı Kredi Yayınları, 106 s.

 

13 Eylül 2020

Moskova'da Bir Beyefendi - Amor Towles


Moskova'da Bir Beyefendi, okurken onunla ilgilenmediğim için minnoş kızım Leyla'nın pek yüz vermediği ve hatta resmen tavır koyduğu benimse çok sevdiğim bir kitap oldu. 

550 sayfalık hacmine bakıp da ürkmemek lazım su gibi akıp geçiyor. 

Kont Aleksandr İlyiç Rostov, beş yıl önce yazdığı bir şiir yüzünden 1922 yılında suçlu bulunarak Moskova'da bir otelde ömür boyu göz hapsinde tutulma cezası alır. "İnsanın içinde bulunduğu koşullara hükmetmesi" gerektiğini düşünen Kont, aldığı bu ceza karşısında gözyaşı döküp yaşamının geri kalanını kahretmekle geçirmek yerine, içinde bulunduğu koşullara uyum sağlayarak kendine otelin sınırları içinde yeniden bir hayat kurar. 

Moskova'nın ve belki de Rusya'nın en ünlü oteli Metropol, Kont'un renkli kişiliği, aylak entellektüelliği ile dalga geçme beceresi, yemek, içkiler, giyim-kuşam ve akla gelebilecek her konudaki incelikli zevkleri ile büyür büyür ve onun ülkesi olur. 

Elbette Kont eski düzeni temsil eden aristokrasinin bir temsilcisi olarak geçen zamanın, değişen koşulların farkındadır. Çarlık Rejimi'nin yıkılmasına Sovyetler'in kuruluşuna tanıklık etmiş ve hala da değişen dünyayı gün gün izlemektedir. Geldiği sınıfa, aldığı eğitime ters gelen birçok değişim Kont'un alaycı eleştirilerinin hedefi olsa da bir yandan da koşullara uyum sağlamanın, hayatta kalmanın, hayattan keyif almanın ilmini öğretir bize. 

Otelin koridorlarında, yemek salonlarında, odalarda kimi zaman eşsiz güzellikte bir aktris çıkar karşısına kimi zamansa geçmişten gelen bir dostu ile gençliğine, anılarına gider. Bir bakmışsın ülkenin en önemli otelinde küçük bir kız çocuğunun peşine takılıp gizli gizli üst düzey toplantıları izler Kont, kimi zamansa mutfakta en güzel menüyü çıkarmaya çalışan aşçıbaşına akıl verir. 

Adım adım içinde bulunduğu koşullara hükmetmeyi başaran Kont'u izlerken, biz de onun keyifli hikayesine şahit olur kendimizi şanslı hissederiz.

07 Eylül 2020

Gözlerindeki Sır - El Secreto De Sus Ojos (2009)


Cumartesi günü Netflix'e yeni düşen "Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum"u izledim. Daha doğrusu izleyemedim. Başrolündeki şirin kadına rağmen sevmedim, beğenmedim, sonunu da getiremedim. 

Pazar günü ise isabetli bir seçim yaparak, 2009 yapımı başrollerinde harika Ricardo Darin ve bence büyüleyici Soledad Villamil'in oynadığı polisiye-gerilim türündeki Gözlerindeki Sır'ı izledim. Arjantin-İspanya ortak yapımı film, adalet kavramına odaklanarak yargı sistemi, suç-suçlu ilişkisini, devletin karanlık ilişkilerini (esasen faşist bir yönetim biçimi altında adaleti) sorguluyor. 

Arjantin bazı açılardan bize çok benziyor. (Örnek çok da en bilineni 1976-83 yılları arasında ülkenin yönetimine el koyan askeri rejim sırasında kaybolan/kaybedilen çocukları için 43 yıldır Devlet Başkanlığı Sarayı önünde toplanan Plaza de Mayo anneleri gibi...)

Filmin konusu...

1999 yılında artık emekli olmuş eski savcılık müfettişi Benjamin Esposito, 1974 yılındaki bir tecavüz-cinayet davasını zihninde ve duygularında bir türlü kapatamaz ve bununla ilgili bir roman yazmaya karar verir. Davayı aklından atamayan tek kişi Benjamin de değildir üstelik. Cinayet-tecavüze kurban giden gencecik kadının kocası,  o dönem birlikte çalıştıkları arkadaşları için de bu dava hayatlarında bir dönüm noktasıdır çünkü adalet tecelli etmemiştir. 

Böyle kabaca anlatılınca filmin inceliklerini sezmek çok zor oluyor, ancak filmin çok usta işi olduğunu söyleyebilirim. Zamanında da kazanılmadık ödül bırakmamış zaten. 

Filmin çok etkileyici sahneleri var: 

Stadyum sahnesi bunlardan biri... Bir diğeri başkahramanın "korkuyorum" notu... bir başkası asansör sahnesi... enfes... ipucu vermeden bunları anlatmak çok zor vesselam, izlemediyseniz izleyin. 


29 Ağustos 2020

Masumiyet ya da Özel İlişki - Ian McEwan

 


Azıcık söyleneyim hemen kitabı anlatıcam....

Malum korona patladı iyice, ben de işe yürüyerek gitmek zorunda kalıyorum. Bir yandan tembelliğimin darbe alması bir yandan sıcak hava derken, yoruluyorum, erkenden uykum geliyor. Elime aldığım kitabı iki sayfa okuyup uyuyorum. Efenim kısaca bu mazaretlerle okuyamıyorum, okuyamayınca kendimi tazeleyemiyorum falan filan... Dertliyim yani bu aralar... Ama toparlayacağım. 

Şimdi kitabın adına uyumla masum oğlumun tuttuğu kitaba zıplıyorum...

Ian McEwan'ı Kefaret'ten bu yana seviyorum. İnsanın derinlerine inmeyi ve her defasında ele aldıklarıyla şaşırtmayı biliyor. Üslubu da her daim akıcı, merak uyandırıcı. 

Masumiyet ya da Özel İlişki yazarın bir yerde okuduğum, bahsedilen, duyduğum bir kitabı değildi, tesadüfen -muhtemelen üslubuna güvenerek- alıp atmışım kütüphaneye. Daha önce Suçsuz adıyla yayımlanmış. Hitchcock'un Gizli Teşkilatı filmini izleyenlere yakın gelecek bir konusu var kitabın. 

İkinci Dünya Savaşı sona ermiş, artık Soğuk Savaş başlamıştır. 

25 yaşındaki deneyimsiz, biraz içe kapanık, hayatı tanımamış, posta servisi memuru İngiliz kahramanımız Leonard Marnham, Almanya Berlin'e Amerikalılar ve İngilizlerin ortak çalıştığı tarihe "Altın Operasyon" adıyla geçen gizli bir operasyonda görev almak için ayak basar. Operasyonun amacı, Amerikalılar ve İngilizlerin, Doğu Berlin ile Sovyetler arasındaki gizli haberleşemelerini dinlemek üzere bir tünel kazmaları ve elektronik haberleşme yollarına sızmaya çalışmalarıdır. Marnham da teknisyen olarak bu operasyonda görev alır. Arka planımız bu. 

Şehirdeki görevi sırasında tanıştığı Maria ile nişanlanan Marnham, hiç ummadığı bir anda Maria'nın alkolik ve kavgacı eski kocası Otto'yu hayatında bulur. Bu karşılaşma, ikilinin ilişkisini de operasyonun seyrini de dramatik bir biçimde değiştirir. 

McEwan, masum görünen bir insanın, kendisinin dışında gelişen olaylar karşısında aldığı tavrı gözlemlememiz için bize bir deney imkanı sunarken; masumiyet nedir, insan iradesi olayların gelişimini ne ölçüde değiştirebilir, insanın sınırları nelerdir sorularını sorduruyor. Özellikle kitabın yarısından sonrası bir polisiye roman tadında ve akıcılığında ilerliyor. Tavsiye olunur. 



 

17 Ağustos 2020

Kırık Ayna - Merce Rodoreda

Somut kazanıma odaklı insanlar için şöyle efsane bir soru var, özellikle kurgu kitaplar için; "Büyük bir bölümünü de unuttuğumuz düşünülürse, kitap okumanın faydaları nelerdir?" Ben artık bu soruya cevap vermem de olası cevaplar şöyle ilerliyor; "Olaylara farklı bakış açısı geliştirmek, empati yeteneği, anlama ve ifade etme yeteneğini geliştirmek....." uzayıp gidiyor.

Ülkenin bitmek tükenmek bilmeyen kabus gündeminin üzerine bu pandemi de çökünce, "zorunluluklar" dışında canımız da koşullar da yüzyüze iletişime izin vermediğinden beri kitapların benim için yeni bir faydası daha doğdu: "Akıl sağlığını korumak"

Başka başka hayatlara dokunmak, hiç bilmediğim coğrafyalara ve yıllara gitmek, insanlığın inişli çıkışlı yaşam serüveninde çok parlak anlar olduğu gibi büyük buhranların da olduğunu hatırlamak ve bir gün illa ki bir değişimin yaşanacağını bilmek, en azından bu olasılığı saklı tutmak... Elime bir roman aldığımda, sayfalarını çevirdiğimde bunları düşünüyorum, iyi geliyor.

Gelelim kitabımıza...

Katalan edebiyatının önde gelen yazarlarından Merce Rodoreda'nin yazdığı Kırık Ayna, bir ailenin üç kuşağının hikayesi.

Roman, oldukça kalabalık karakter listesi ve zaman zaman rüya ile gerçek arası anlatımıyla bana Allande'nin Ruhlar Evi'ni, Marquez'in kitaplarını hatırlattı. Başlardaki melodramik yapısı sonrasında dağılan roman, binbir çeşit rengi, duyguyu, öfkeyi, kıskançlığı kabaca göstermektense hissettirmeyi seçiyor.

Barselona'nın dışında, geniş arazilere yayılan ve adeta bir şatoyu andıran Sant Gervasi çiftliğinde geçen kitap, şans getirdiğine inanılan sedir ağaçları, böğürtlenler, defne ağaçları, mor salkımlar; gine tavukları, sülünler, tavus kuşlarının şahitliğinde bir ailenin sırlarına ortak ediyor bizi. Bütün bu insan, hayvan ve bitki şamatasının içinde geniş evin koridorlarında dolaşırken fısıldananları duyuyoruz, kavgalar sırasında ağzını tutamayanların öfkeyle yüze vurduklarını işitiyoruz, bir ailenin pişmanlıklar, yanlışlar ve hayalkırıklıkları içinde nasıl savrulduğunu okuyoruz. Bir gün herkes elini eteğini çekse, terk etse de Sant Gervasi çiftliği ve o koskocaman bahçe hakiki bir başkahraman olarak bize gerçekleri fısıldamayı sürdürüyor.

"Ayna kırılmıştı. Parçaları topluyor ve uygun görünen boşluklara yerleştiriyordu. Seviyeleri farklı ayna parçaları şeyleri oldukları gibi yansıtır mıydı? Ve ansızın her bir ayna parçasında bu evde yaşadığı yılları gördü"

09 Ağustos 2020

Kapı - Magda Szabo

Macar Edebiyatı'nın önde gelen isimlerinden biri olan Magda Szabo'nun Türkçe'ye çevrilen dört kitabından biri Kapı. 

İlk başta bana biraz kasvetli gelen roman, sonrasında sahici ve samimi hikayesiyle büyüledi, başta kasvet olarak hissettiğim şeyin ise ince bir hüzün olduğunu anladım. Hangi sahici anlatıda hüzün yok ki sahi?

Kapı, iki dünya savaşının ardından uzun yıllar Sovyet işgali altında kalacak 1960'lar Macaristanı'nda bir kadın yazarın gözünden ona ev işlerinde yardımcı olan yaşı geçgin hizmetçisi Emerenc'i anlatıyor. 

Bilgili, görgülü, çalışkan, başarılı yazarımız, sadece üç yıl eğitim hayatını sürdürebilen Emerenc'in engin hayat bilgisi ve tecrübesi karşısında kendini çoğu zaman çaylak hissediyor.

Daha çok küçükken babasını ardından annesi ve ikiz kardeşlerini trajik bir şekilde kaybeden, 13 yaşından bu yana türlü çeşitli kişilerin yanında hizmetçilik eden Emerenc, artık mümkün olmayanı denemeyecek kadar bilge bir kadındır. 

Tartışma kabul etmez, sert bir karaktere sahip Emerenc, çalışacağı evleri kendi seçer; sorgulatmaz ama sorgular. 




Kendine yardım edilemeyen birinin zaten yardıma ihtiyacı yoktur Emerenc'e göre, Ancak ihtiyaç duyan herkesin yanındadır, özellikle engin merhametiyle hayvanların dostudur. Herkesin sevgilisidir Emerenc...Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle bütün bir mahallenin işini görür. Ancak Emerenc'in bir dokunulmazı vardır hayatta; kimse evinin kapısından içeri giremez, buna izin vermez. Kapının arkasındaki sırrını kimse bilmez. 

Tartışmasız çok sevdim ve çok etkilendim Kapı'dan... Unutmadan Kapı'nın başrollerinde Helen Mirren'ın oynadığı filmi de var. 

03 Ağustos 2020

İnsan Lekesi - Philip Roth

"Dışarıya biraz su döküyordum; o (karga) dosdoğru kapıya gitti ve dışarı çıkıp ağaçların arasına girdi. Birkaç dakika içinde üç dört karga geldi. Ağaçta onun etrafını aldılar. Akıllarını kaçırmış gibiydiler. Ona saldırıyorlardı. Sırtına vuruyorlardı. Haykırıyorlardı. Ona çarpıyorlardı, falan. Birkaç dakika içinde geldiler. Onun sesi doğru çıkmıyor. Karga dilini bilmiyor. Dışarıda onu sevmiyorlar. Elde büyütülünce böyle olur işte. Bütün hayatı boyunca bizim gibi insanların etrafından yaşayınca böyle olur. İnsan Lekesi. Bir iz gerektirmeyecek kadar içsel olan leke. Bu yüzden bütün temizlenmeler birer şakadan ibaret."

İnsan lekesi, sadece hayvanlara sürdüğümüz bir leke değil. İnsanlar da insanlara bu lekeyi damga gibi vuruyor; tıpkı uydurulmuş namus lekesi gibi. Sen ister saçmalığına inan istersen inanma, insanlar bu lekeler yüzünden ölüyor, hayatları düğüm oluyor, karmaşıklaşıyor. Sonra da diyorsun ki, "bari kendine karşı dürüst ol" Bu kim için mümkün ki... 

Philip Roth'u çok duydum, okumak bugüne kısmetmiş. İnsan Lekesi, Amerika'da iki yıl önceki emekliliğine kadar yakınlardaki Athena Üniversitesi'nde yirmi küsür yıl klasik eserler profesörü olarak çalışmış, ayrıca on altı yıldan fazla da fakülte dekanlığı yapmış 71 yaşındaki Yahudi Profesör Coleman Silk'in siyah iki öğrencisine yönelik ırkçı ifadeler kullanması sonrasında işinden, kariyerinden olmasıyla açılıyor. 

Roth'un kurmaca karakteri yazar Nathan Zuckerman'ın gözünden anlatılan kitapta, Coleman'ın bu olaylardan kısa süre sonra ölen karısına, çoğu ilişkisini kesmiş çocuklarına, gündelikçi olarak çalışan, okuma-yazma dahi bilmeyen 34 yaşındaki Faunia Farley ile ilişkisine odaklanıyoruz. 

Coleman Silk, gerçekten ırkçı mı, suçlamalar doğru mu?

Hiçbir şeyin göründüğü kadar basit olmadığı bir dünyada, tanık olduklarımıza hak vermek ve onaylamak zorunda kalmadan ama neyin neden olduğunu da çok iyi kavrayarak ilerliyoruz. 

Faunia'nın eski kocası eski bir Vietnam gazisi Lester Farley'in travmaları, eğitim kariyerindeki kusursuz çizgiye karşın her halinden huzur bulamadığı belli olan Athena Üniversitesi'nden bir başka profesör Delphine Roux, Coleman'ın öfkeli çocukları, akıllı ve sebatkar kızkardeşi bize hem kendilerini anlatıyor, hem onlarda kendimizi görüyoruz biraz biraz. 


02 Ağustos 2020

Kraliçe ya da Ancak Başına Bir Talihsizlik Geldiğinde Kendini Bulma Sanatı


Delphi’de muhafazakar, kapalı bir ailede büyüyen Rani (anlamı kraliçe demekmiş), düğününe iki gün kala Londra görüp esas kızımızı beğenmeyen nişanlısı tarafından terk edilir.

Rani’nin önünde iki seçenek vardır: ya oturup kaderine ağlayacak ya da uzun süredir planladığı Paris balayına tek başına gidecektir. Rani ikinciyi seçer.

Rani, Paris’e adımını attığı andan itibaren kendini yetiştiği kültürden, kendi değerlerinden oldukça farklı insanlar içinde bulur. Ancak yargılamaz, kabul eder, uyum sağlar, keşfeder, eğlenir ve hiç gülmediği kadar güler.

Bir kendini bulma hikayesi olan filme, Hint filmlerinin olmazsa olmazı renk şamatası, dans ve müzik eşlik ediyor.




01 Ağustos 2020

Toskana Güneşi'nin Altında - Kadınların Evrensel Yanlışları

İyi hissettiren filmler diye bir kategori var (ihtiyaca binaen hemen ekliyorum) Bu kategorideki filmlerin çoğu güldürüyor, eğlendiriyor ama isteyene hayat dersi de çok. Mutluluk ve anlam meyvelerinden sabırla bal toplayan kadınlar seviyor bu filmleri, ademoğulları dudak büküyor. 

Sevgili arkadaşım Yamicka tavsiye etti orijinal adı Under The Tuscan Sun olan filmi bana; yanıltmaz, izlemeden de biliyordum. Niyeyse Toskana Güneşi Altında demek varken, Kızgın Güneş diye çevrilmiş. 

İtalya ışığı, güneşi, kırları, eski bir İtalyan evi, kadeh kadeh şarap, her boy ve çeşitten hoş İtalyan erkekleri ve kadınları, bol bol kahkaha eşliğinde müsadenizle filmin konusuna geçiyorum. 


Frances Mayes, 35 yaşlarında oldukça başarılı bir eleştirmen ve yazardır. Düzen kurulmuş, hayat 
mutlulukla akmaktadır. Frances bir tesadüf eseri kocasının onu aldattığını öğrenir, dünyası başına yıkılır. Aldatılmış, boşanmış, birlikte oturdukları evi de boşanırken eski kocasına kaptırmış Frances, derin bir depresyona sürüklenirken yakın arkadaşı Patti'nin bunu fark etmesi ve onu bir İtalya tatiline zorlamasıyla olaylar gelişmeye başlar. 

Frances, İtalya tatiline ayaklarını sürüyerek depresyonunu da alıp gider. Ancak ani bir kararla İtalya'da eski bir kır evi satın alarak kalmaya karar verir. Hayatta kalp acısının geçmesini beklerken yapılacak en iyi şeyi yapar, evi baştan aşağı yeniler, hummalı bir çalışmanın içine girer. Ama farkındadır ki, bir evi ev yapan dört duvar değildir. Hayatı paylaşacağı bir soluk arar. Tabi İtalya'da olduğumuzun da altını çizerek, bu soluğun cama üflenmesiyle bir müddet sonra yok olmasının kaçınılmaz olduğunun da altını çizmek gerekir. 




Patti'nin yanına gelmesi, yaşadığı yerdeki insanlarla arkadaşlıklar geliştirmesi, aşklara-mutluluklara tanık olması Frances'e aile kavramını, mutluluğu yeniden düşündürtür, adeta içinden bir ses demektedir ki, sen gideceğin yolu yürümeye başla, hiç ummadığında illa seninle yürümek isteyen çıkacaktır. 

Neşeli, coşkun karakterli İtalyanların boy gösterdiği, Amerikalı kadın bir yazarın başrolde oynadığı bir filmi izleyen Türkiye'den bir kadının, biz kadınların evrensel yanlışlarını görüp de bununla eğlenmemesi mümkün değil. E kendin yaşayınca gülmüyorsun... doğru söze ne denir.  

Son bir hoşluk: Film, Amerikalı yazar Frances Mayes'in "Toskana Güneşi Altında: Evde, İtalya'da" isimli anılarından derlenerek Audrey Wells tarafından beyazperdeye taşınmış. 

31 Temmuz 2020

Amadeus

İş zamanı arzu edilen uyku, bayram sabahı kaçar. Kaçınca da uzun süredir izlenmeyi bekleyen Amadeus izlenir. 

Müzik tarihinin en büyük dehalarından biri olan Mozart'ın hayatını konu edinen film, 18. yüzyıl Viyanası'nda beyaz perukluların, korsajlı elbiseli  kadınların, aşırılıkların arasında bizi opera, müzik, sanat dolu bir atmosfere götürüyor. 


Filmde, deha Mozart'ın günlük yaşamındaki tutarsız karakterine, savruk yaşam tarzına, zaman zaman otorite ile alaya varan ilişkisine odaklanıyoruz. Rakibi Saray Müzisyeni Antonio Salieri'nin kıskançlıkla ördüğü tuzaklara rağmen Mozart eserlerini üretmeye devam eder. Zaman zaman imparatorun öfkesine ve sansürüne de uğrayan eserleri, hak ettikleri takdiri görmese ve Mozart'ı umutsuzluğa ve ekonomik iflasa sürüklese de Salieri başta olmak üzere birçokları onun dehasının farkındadır. 

Hem kulağa hem göze hitap eden, oldukça coşkulu Amadeus, film olarak tam not verilecek bir yapıt, ancak sanat eserleri belgesel nitelikte değiller. (Tarihi diziler, filmler üzerinden öğrenmek isteyenler için büyük bir handikap :) Amadeus, kurgusuyla çok başarılı bir yere otursa da unutmayalım gerçek bir Mozart portresi sunmaktan oldukça uzak bir yapıt. 

Mozart gerçekte çok küçük yaşlarda ortaya çıkan dehasıyla Avrupa'nın klasik müzik anlamında en büyük eserlerinin üretildiği başta İtalya olmak üzere birçok ülkesini dolaşmış, birbirinden ünlü sanat adamları eserlerini dinlemiş, onlarla çalışmış, dehasının üzerine disiplinli çalışmasını da koyarak eserlerini kılı kırk yararak emek emek üreten bir besteciydi. Yaşamındaki mali sıkıntıları da anlatıldığı kadar derin ve uzun soluklu yaşamadı. Mozart'ın hayatında Saray Müzisyeni Salieri ile yaşadığı rekabet varsa bile çok büyük önem taşımadı.Filmin yapımcılarının da ifade ettiği gibi, filmin senaryosuna ilham veren asıl hikayenin Habil ile Kabil çekişmesi olduğunu da not düşelim.

25 Temmuz 2020

Edebiyat ve Patates Turtası Derneği

Hep birlikte zor bir hafta geçirdik. Artık konuşmak bile istemediğim şeyler. Böyle durumlarda yüreğimi sakin bir yere dinlenmeye çekemediğimden, dışardan görüntüm habire konuşup hop oturan hop kalkan bir insan. (Asıl konuların üzerinden atlamak için herhalde) Hepimizin böyle içiyle dışını ters köşe yapan tepkileri vardır eminim. En nihayetinde hafta bitip işten kendimi sığınağa atınca, içinde küçük, sıcak insan öyküleri olan, iyilik barındıran filmler izlemek, kitaplar okumak bir nebze olsun umut tazeliyor, diyorsun ki bunu da bir insanoğlu hayal etti, senaryoyu yazdı; tüm insanlık umutsuz vaka değil.  

İsmine bakıp bakıp bu da herhalde tebessüm garantili bir film diye izlemeye karar verdiğim "Edebiyat ve Patates Turtası Derneği (orijinal isim "The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society"), sıcak, dostluğun, arkadaşlığın, aşkın ve edebiyatın başrollerde yer aldığı bir yapım.  



Yavaş yavaş tanınmaya başlayan ve öncesinde yazdığı birkaç kitabı beğeni toplayan özgür ruhlu yazar Juliet, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin işgal ettiği Manş Denizi kıyısındaki Guernsey Adası'nda yaşayan ve filmin adındaki gibi bir edebiyat derneği kuran insanlarla iletişime geçer. 

Derneği ve dahası üyelerini merak eden Juliet, tası tarağı toplayıp adaya gitmeye karar verir. Ada sakinleri ve dernek üyeleriyle başta bana aşırı teklifsiz gelen bir ilişki kurmaya başlayan ve binlerce sorusuyla herkesi canından bezdiren Juliet, aslında derin bir yaraya parmak basmaktadır. Bu sebeple başlangıçta -anlaşılabileceği üzere- pek hoş karşılanmaz. Ama Juliet'in de savaş nedeniyle benzer ıstırapları vardır ve dernek üyeleriyle kısa zamanda sıkı bir bağ oluşturur. Bu bağ, hem onların hem de Juliet'in hayatını geri dönülmez biçimde değiştirecektir. 



Mary Ann Shaffer ve Annie Barrows'un aynı isimli kitabından uyarlanan filmde, insani dramların yaşandığı, kötülüğün egemen olduğu, herkesin aç ve savunmasız olduğu bir ortamda dostluğun ve kitapların insanları bir araya getirme gücü ve hayatta kalma azmi yaratması konu ediliyor. Filmin bir kahramanının ağzından söylemek gerekirse, 

"Hepimiz açtık, ama asıl aç olduğumuz konu: arkadaşlık, başka insanlarla birlikte olmak ve paylaşmaya açlığımızdı"

21 Temmuz 2020

Kayıp Çocuk Arşivi ya da Kaldıramadığımız Gerçekler

Valeria Luiselli ilk kez tanıştığım bir yazar. Kayıp Çocuk Arşivi'ni de düşüncelerine önem verdiğim birkaç kişinin paylaşımlarında gördüm ve okumaya karar verdim. 

New York'tan başlayıp Meksika'da son bulan bu sarsıcı yol hikayesi, kaldıramadığım acı gerçeklerden birine işaret ettiği için okuması hayli zahmetli oldu. Kitabın neredeyse dörtte üçü -yazarın tercihi üzerine- gevşek, inişleri çıkışları olmayan bir tempoda ilerledi, meğer bu bizi bir şeylere hazırlamak içinmiş ve pek gerekliymiş. 

New York'da işitsel peyzaj projesinde çalışan ve eskiden gazeteci olan bir kadın, akustemoloji uzmanı bir adam. Kitap boyunca isimleri hiç öğrenemiyoruz. Onlar adam ve kadın, anne ve baba. Kadının 5 yaşında bir kızı var, adamın da 10 yaşında bir oğlu. Proje ile New York'da konuşulan dillerin ses haritası çıkarılmak isteniyor. Projenin kendi dışında oldukça sıradan bir kadın ve adam hikayesi buraya kadar.



Kadının kökleri Meksika'ya dayanıyor. Meksika bizim için önemli bir ülke çünkü Amerika'ya Meksika, El Salvador, Guetemala, Honduras'tan gibi birçok Orta Amerika ülkesinden her yıl yüzlerce çocuk geliyor. Meksika'dan gelen çocuklar -tuhaf bir yasanın kurbanı olarak- hemen sınır dışı edilirken, diğer  Orta Amerika ülkelerinden gelen çocukların sınırdışı edilmeleri için mahkemeye çıkmaları gerekiyor, eğer ülkelerinde kötü muameleye, ırk, din, dil ayrımına maruz kaldıklarını ispatlarlarsa kalabiliyorlar. Bu çocuklar yanlarında bir yetişkin olmadan, yiyecekleri yemek, içecekleri su olmadan binlerce kilometrelik yolları, çölleri aşarak Amerika'ya ulaşmaya çalışıyorlar. Ülkelerindeki suç, şiddet ortamı ve yoksulluktan kaçan çocukların pek çoğu başarılı olamıyor, kayıp çocuklar haline geliyorlar. Uzun yıllara yayılan bu dramda aileler dağılıyor, çocuklar hayatta kalsa bile belirsiz bir geleceğe doğru adım atıyor.

Bütün bunları okumak yeterince sarsıcı değilmiş gibi, yazarın anlatıcı olan kadından sözü 10 yaşındaki oğlana vermesiyle bir kez daha sert bir yumruk yiyoruz.

Kitap boyunca bana eşlik eden duygu ise şu oldu: Karakterler üzerinden anlatılan bu hikayenin niceleri her gün yaşanıyor. Ve evet bunlar gerçeğe çok yakın kurgular. Okuması gerçekten zahmetli bu kitabı tavsiye ederken kaldıramadığımız gerçekler konusunda uyarıyorum: hazır değilseniz sarsabilir.


19 Temmuz 2020

İki Papa

Normalde çok kitap okur, az film izler bundan da şikayet ederdim. Yeni normalde az kitap okuyabiliyor, daha fazla film izliyorum ama şikayet etmiyorum, napalım olaylar böyle gelişti. 

Geçen yıl konuşulan filmlerden biriydi İki Papa, kitapta da filmde de çok konuşulunca ben kaçıyorum. E artık konuşulmadığına göre izleyebilirim diye düşündüm. 




Her ne kadar filmin adı İki Papa olsa da biz Papa Benedict'ten çok Arjantinli Papa Fransuva'nın hayatına ve yaşadıklarına yoğunlaşıyoruz. İki yaşlı adamın sohbeti olarak seyreden bir filmin oldukça sıkıcı olma olasılığına karşın senaristin mahareti olarak bu hoş sohbete dahil oluyoruz. Filmin senaryosu, Herşeyin Teorisi ile Stephen Hawking, En Karanlık Saat ile Winston Churchill ve Bohemian Rhapsody ile Freddie Mercury'nin hayatına odaklanan işleriyle tanınan Anthony McCarten'a ait.

Film bizi ilk olarak 2005 yılına -papalık seçimine- götürüyor. Anthony Hopkins'in canlandırdığı sonradan Papa Benedict adını alacak Kardinal Joseph Aloisius Ratzinger, muhafazakar, rekabetçi ve istekli bir aday olarak seçimi kazanıyor. Seçim sırasında sonradan bizim esas adamımız olacak Jonathan Pryce'ın canlandırdığı Kardinal Jorge Mario Bergoglio (daha sonra Papa Fransuva adını alacak) aldığı her oya şaşırıyor, ama tabi kazanamıyor. Bergoglio son derece mütevazi bir tip. (Bu arada bu isim karmaşasına takılmamak lazım, filmi izlerken yormuyor insanı)

Neyse efendim... 2005 yılındaki seçimde Papa Benedict seçimi kazanıyor, biz sonrasında 2012 yılına geliyoruz. Bu tarihte, Papa Benedict ile Bergoglio Vatikan'da bir araya geliyor. Uzun sohbet sahneleri işte bu tarihe ait. Papa Benedict, aslında görevi devredecek uygun bir aday arayışındayken; mütevazi Bergoglio'nın derdi ise bir an önce emeklilik dilekçesini imzalatmak.  


İki Papa'nın sohbeti, bizi tarihin karanlık noktalarına götürüyor; bir yanda Nazi olmakla suçlanan kuralcı, gelenekçi Benedict diğer yanda bir zamanlar ülkesindeki askeri cuntaya destek vermekle suçlanan sade, lüks sevmeyen, tango ve futboldan hoşlanan Bergoglio. Bu sohbet sırasında Bergoglio'nun kendi kişisel tarihine gidip nasıl bir dönüşüm geçirdiğine, kiliseye yönelik eleştirilerine tanıklık ediyoruz. Hristiyanlığa, Katolik inancına ilişkin birşeyler bilmeyen biri için bile bir kişinin dramatik öyküsü aynı zamanda film. Bonus olarak da ilgi duyanlara, Kilise'nin yaşadığı çalkantılar, Papalık kurumu, dinde reform talepleri eşlik ediyor. 

Eğer Vatikan'ı gezme fırsatınız olduysa, sürprizzz gezdiğiniz yerleri filmde görebilirsiniz. Meğer filmin çekimleri için 1473 yılında yapılan Sistina Şapeli'nin birebir kopyasını yapmışlar. 

17 Temmuz 2020

Deli ve Dahi - Kelimelerin Bize Anlattıkları

Kelimelerle anlaşıyoruz. Bildiklerimizi kelimelerle aktarıyoruz. Duygularımızı, düşüncelerimizi, öfkemizi ifade etmek isterken kelimeleri yardıma çağırıyoruz.Ama kelimeler durağan değil, kendi geçmişlerinden bugüne ulaşıyorlar. 
Tınıları, çağrışımları zaman içinde değişiyor, toplumdan topluma farklı anlamlar ifade ediyorlar. Örneğin, bir dili biliyorum demek aslında o dildeki kelimeleri, çağrıştırdıkları anlamlarıyla yerli yerinde kullanıyorum demek. Bu nedenle zor. Dil her zaman değişiyor dönüşüyor, stabil değil. Bazı kelimeler kullanılmaya kullanılmaya paslanıyor ve ömürlerinin sonuna geliyor; başka dillerden kelimeler geliyor, türüyor, ürüyor hep bir devinim.   
Bütün bunları bana Oxford İngilizce Sözlüğü'nün nasıl meydana geldiğinin hikayesini konu edinen "Deli ve Dahi" filmi düşündürdü. Geçen yıl çekilen filmin başrollerinde Mel Gibson ve Sean Penn yer alıyor. 


O anlı şanlı sözlüğün arkasında gerçekten deli olmaları gereken insanlar var. Yapılacak, hayal edilecek iş değil. Düşünsenize İngiliz dilindeki tüm sözcükleri ve anlamlarını, tarihsel değişiklikleri ve etimolojileri içinde ele alarak bir araya getirmek. Sözcük atlamamaya çalışmanız gerekiyor, yüzyıllar içindeki değişimini takip etmeniz gerekiyor. Bunun için yazılmış bütün basılı eserler ele alınıyor vs. Gerçekten delice.  
Mel Gibson'ın canlandırdığı James Murray, nice başarısız denemeden sonra Oxford Sözlüğünü ortaya çıkaracak ekibin başına getirilir. Bunu yaparken de İngilizce konuşan herkesten katkı isterler. Ummadıkları katkı bir akıl hastanesinde tutulan Dr. Minor isimli birinden gelir. Minor, sözlük için yaklaşık 10 bin kelime gönderir. Unutmadan film yine bir kitap uyarlaması, kitap Simon Winchester'a ait. 

14 Temmuz 2020

Adalet Ağaoğlu

Okumak, izlemek çok kişisel bir serüven. Bir eserin derinliği, senin o katmanlarda dolaşma ve anlama sınırının genişliğiyle anlaşılıyor. Kimi zaman da hayatındaki dönüşümler, mihenk taşlarıyla bir kitap örtüşüyor. Bakıyorsun başka bir insanda böyle bir karşılığı yok.



2015 senesi, benim kişisel tarihimde de bir dönüm noktası. Çocukluktan bu yana içinde olduğum, hayalini kurduğum bir dünyanın –aslında hiç de ideal değildi- tamamen dışına itilmek ve o tarihten sonra bir şekilde kendimi ait hissetmediğim yerlerde tutunma çabamın devam etmesi.

İşte Adalet Ağaoğlu benim kendi halindeki dünyamda, büyük bir çalkantının yaşandığı 2015 yılında yeniden hayatıma girdi ve bana yaren oldu. Yeniden girdi diyorum çünkü Ağaoğlu’nun çok bilinen üçlemesi “Ölmeye Yatmak”, “Bir Düğün Gecesi” ve “Hayır”ı okumuş ve çok sevmiştim.  Tekrar hayatıma girdiğinde ise ona günlükleriyle çok yakındım artık. Damla Damla Günler ismini taşıyan ve 4 ciltten oluşan bu günlükler, bir kadının yazma/okuma/öğrenme iştahını, hayata karşı sarsılmaz merakını, kendini emek emek var etme çabasını, hatalarını, yanılgılarını büyük bir cesaretle anlatırken, bir yandan da bana pes etme dedi durdu.


O günler, bu günlükleri okurken, Adalet Ağaoğlu halen siyasi tercihleri açısından çok da eleştiri alan bir konumdaydı. Ben ilk ağızdan okuduğumda, bir yazarın, belki ilk bakışta ahmakça gelen “bu düzen değişmeli, kim değiştirirse değiştirsin” saf inancını görmüş, sonradan kendisine kahretmesini de okumuştum. Aradan yıllar geçmesine karşın halen bu kadar güncel olarak Adalet Hanım'a kızılmasının arkasında belki de o tek kişinin bir şeylere kanması/yanılmasından çok halen ülkede değişimi başaramamış, buna karşılık kendini değil başka birini suçlamayı tercih etmiş iktidara hasret insanların olduğunu düşünüyorum. Keşke bir kadın yazarın kanaatleri, ülke yönetiminde bu kadar etkili ve önemsenir olsaydı, ama değil.      

O günlerde de ileri yaşlarında olan Adalet Hanımın bir gün hayatını kaybettiğinde çok çok üzüleceğimi biliyordum. Yol arkadaşı, dostu çok sevdiği eşinin kaybıyla artık yaşamla arasına mesafe koyduğunu anlamıştım. 

Adalet Ağaoğlu iyi ki yaşadın, iyi ki yazdın, iyi ki Aysel'i yarattın, iyi ki günlüklerine içini döktün ve bizim de duygularını en çıplak haliyle paylaşmamıza izin verdin. Saygı ve sevgiyle.