31 Temmuz 2020

Amadeus

İş zamanı arzu edilen uyku, bayram sabahı kaçar. Kaçınca da uzun süredir izlenmeyi bekleyen Amadeus izlenir. 

Müzik tarihinin en büyük dehalarından biri olan Mozart'ın hayatını konu edinen film, 18. yüzyıl Viyanası'nda beyaz perukluların, korsajlı elbiseli  kadınların, aşırılıkların arasında bizi opera, müzik, sanat dolu bir atmosfere götürüyor. 


Filmde, deha Mozart'ın günlük yaşamındaki tutarsız karakterine, savruk yaşam tarzına, zaman zaman otorite ile alaya varan ilişkisine odaklanıyoruz. Rakibi Saray Müzisyeni Antonio Salieri'nin kıskançlıkla ördüğü tuzaklara rağmen Mozart eserlerini üretmeye devam eder. Zaman zaman imparatorun öfkesine ve sansürüne de uğrayan eserleri, hak ettikleri takdiri görmese ve Mozart'ı umutsuzluğa ve ekonomik iflasa sürüklese de Salieri başta olmak üzere birçokları onun dehasının farkındadır. 

Hem kulağa hem göze hitap eden, oldukça coşkulu Amadeus, film olarak tam not verilecek bir yapıt, ancak sanat eserleri belgesel nitelikte değiller. (Tarihi diziler, filmler üzerinden öğrenmek isteyenler için büyük bir handikap :) Amadeus, kurgusuyla çok başarılı bir yere otursa da unutmayalım gerçek bir Mozart portresi sunmaktan oldukça uzak bir yapıt. 

Mozart gerçekte çok küçük yaşlarda ortaya çıkan dehasıyla Avrupa'nın klasik müzik anlamında en büyük eserlerinin üretildiği başta İtalya olmak üzere birçok ülkesini dolaşmış, birbirinden ünlü sanat adamları eserlerini dinlemiş, onlarla çalışmış, dehasının üzerine disiplinli çalışmasını da koyarak eserlerini kılı kırk yararak emek emek üreten bir besteciydi. Yaşamındaki mali sıkıntıları da anlatıldığı kadar derin ve uzun soluklu yaşamadı. Mozart'ın hayatında Saray Müzisyeni Salieri ile yaşadığı rekabet varsa bile çok büyük önem taşımadı.Filmin yapımcılarının da ifade ettiği gibi, filmin senaryosuna ilham veren asıl hikayenin Habil ile Kabil çekişmesi olduğunu da not düşelim.

25 Temmuz 2020

Edebiyat ve Patates Turtası Derneği

Hep birlikte zor bir hafta geçirdik. Artık konuşmak bile istemediğim şeyler. Böyle durumlarda yüreğimi sakin bir yere dinlenmeye çekemediğimden, dışardan görüntüm habire konuşup hop oturan hop kalkan bir insan. (Asıl konuların üzerinden atlamak için herhalde) Hepimizin böyle içiyle dışını ters köşe yapan tepkileri vardır eminim. En nihayetinde hafta bitip işten kendimi sığınağa atınca, içinde küçük, sıcak insan öyküleri olan, iyilik barındıran filmler izlemek, kitaplar okumak bir nebze olsun umut tazeliyor, diyorsun ki bunu da bir insanoğlu hayal etti, senaryoyu yazdı; tüm insanlık umutsuz vaka değil.  

İsmine bakıp bakıp bu da herhalde tebessüm garantili bir film diye izlemeye karar verdiğim "Edebiyat ve Patates Turtası Derneği (orijinal isim "The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society"), sıcak, dostluğun, arkadaşlığın, aşkın ve edebiyatın başrollerde yer aldığı bir yapım.  



Yavaş yavaş tanınmaya başlayan ve öncesinde yazdığı birkaç kitabı beğeni toplayan özgür ruhlu yazar Juliet, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin işgal ettiği Manş Denizi kıyısındaki Guernsey Adası'nda yaşayan ve filmin adındaki gibi bir edebiyat derneği kuran insanlarla iletişime geçer. 

Derneği ve dahası üyelerini merak eden Juliet, tası tarağı toplayıp adaya gitmeye karar verir. Ada sakinleri ve dernek üyeleriyle başta bana aşırı teklifsiz gelen bir ilişki kurmaya başlayan ve binlerce sorusuyla herkesi canından bezdiren Juliet, aslında derin bir yaraya parmak basmaktadır. Bu sebeple başlangıçta -anlaşılabileceği üzere- pek hoş karşılanmaz. Ama Juliet'in de savaş nedeniyle benzer ıstırapları vardır ve dernek üyeleriyle kısa zamanda sıkı bir bağ oluşturur. Bu bağ, hem onların hem de Juliet'in hayatını geri dönülmez biçimde değiştirecektir. 



Mary Ann Shaffer ve Annie Barrows'un aynı isimli kitabından uyarlanan filmde, insani dramların yaşandığı, kötülüğün egemen olduğu, herkesin aç ve savunmasız olduğu bir ortamda dostluğun ve kitapların insanları bir araya getirme gücü ve hayatta kalma azmi yaratması konu ediliyor. Filmin bir kahramanının ağzından söylemek gerekirse, 

"Hepimiz açtık, ama asıl aç olduğumuz konu: arkadaşlık, başka insanlarla birlikte olmak ve paylaşmaya açlığımızdı"

21 Temmuz 2020

Kayıp Çocuk Arşivi ya da Kaldıramadığımız Gerçekler

Valeria Luiselli ilk kez tanıştığım bir yazar. Kayıp Çocuk Arşivi'ni de düşüncelerine önem verdiğim birkaç kişinin paylaşımlarında gördüm ve okumaya karar verdim. 

New York'tan başlayıp Meksika'da son bulan bu sarsıcı yol hikayesi, kaldıramadığım acı gerçeklerden birine işaret ettiği için okuması hayli zahmetli oldu. Kitabın neredeyse dörtte üçü -yazarın tercihi üzerine- gevşek, inişleri çıkışları olmayan bir tempoda ilerledi, meğer bu bizi bir şeylere hazırlamak içinmiş ve pek gerekliymiş. 

New York'da işitsel peyzaj projesinde çalışan ve eskiden gazeteci olan bir kadın, akustemoloji uzmanı bir adam. Kitap boyunca isimleri hiç öğrenemiyoruz. Onlar adam ve kadın, anne ve baba. Kadının 5 yaşında bir kızı var, adamın da 10 yaşında bir oğlu. Proje ile New York'da konuşulan dillerin ses haritası çıkarılmak isteniyor. Projenin kendi dışında oldukça sıradan bir kadın ve adam hikayesi buraya kadar.



Kadının kökleri Meksika'ya dayanıyor. Meksika bizim için önemli bir ülke çünkü Amerika'ya Meksika, El Salvador, Guetemala, Honduras'tan gibi birçok Orta Amerika ülkesinden her yıl yüzlerce çocuk geliyor. Meksika'dan gelen çocuklar -tuhaf bir yasanın kurbanı olarak- hemen sınır dışı edilirken, diğer  Orta Amerika ülkelerinden gelen çocukların sınırdışı edilmeleri için mahkemeye çıkmaları gerekiyor, eğer ülkelerinde kötü muameleye, ırk, din, dil ayrımına maruz kaldıklarını ispatlarlarsa kalabiliyorlar. Bu çocuklar yanlarında bir yetişkin olmadan, yiyecekleri yemek, içecekleri su olmadan binlerce kilometrelik yolları, çölleri aşarak Amerika'ya ulaşmaya çalışıyorlar. Ülkelerindeki suç, şiddet ortamı ve yoksulluktan kaçan çocukların pek çoğu başarılı olamıyor, kayıp çocuklar haline geliyorlar. Uzun yıllara yayılan bu dramda aileler dağılıyor, çocuklar hayatta kalsa bile belirsiz bir geleceğe doğru adım atıyor.

Bütün bunları okumak yeterince sarsıcı değilmiş gibi, yazarın anlatıcı olan kadından sözü 10 yaşındaki oğlana vermesiyle bir kez daha sert bir yumruk yiyoruz.

Kitap boyunca bana eşlik eden duygu ise şu oldu: Karakterler üzerinden anlatılan bu hikayenin niceleri her gün yaşanıyor. Ve evet bunlar gerçeğe çok yakın kurgular. Okuması gerçekten zahmetli bu kitabı tavsiye ederken kaldıramadığımız gerçekler konusunda uyarıyorum: hazır değilseniz sarsabilir.


19 Temmuz 2020

İki Papa

Normalde çok kitap okur, az film izler bundan da şikayet ederdim. Yeni normalde az kitap okuyabiliyor, daha fazla film izliyorum ama şikayet etmiyorum, napalım olaylar böyle gelişti. 

Geçen yıl konuşulan filmlerden biriydi İki Papa, kitapta da filmde de çok konuşulunca ben kaçıyorum. E artık konuşulmadığına göre izleyebilirim diye düşündüm. 




Her ne kadar filmin adı İki Papa olsa da biz Papa Benedict'ten çok Arjantinli Papa Fransuva'nın hayatına ve yaşadıklarına yoğunlaşıyoruz. İki yaşlı adamın sohbeti olarak seyreden bir filmin oldukça sıkıcı olma olasılığına karşın senaristin mahareti olarak bu hoş sohbete dahil oluyoruz. Filmin senaryosu, Herşeyin Teorisi ile Stephen Hawking, En Karanlık Saat ile Winston Churchill ve Bohemian Rhapsody ile Freddie Mercury'nin hayatına odaklanan işleriyle tanınan Anthony McCarten'a ait.

Film bizi ilk olarak 2005 yılına -papalık seçimine- götürüyor. Anthony Hopkins'in canlandırdığı sonradan Papa Benedict adını alacak Kardinal Joseph Aloisius Ratzinger, muhafazakar, rekabetçi ve istekli bir aday olarak seçimi kazanıyor. Seçim sırasında sonradan bizim esas adamımız olacak Jonathan Pryce'ın canlandırdığı Kardinal Jorge Mario Bergoglio (daha sonra Papa Fransuva adını alacak) aldığı her oya şaşırıyor, ama tabi kazanamıyor. Bergoglio son derece mütevazi bir tip. (Bu arada bu isim karmaşasına takılmamak lazım, filmi izlerken yormuyor insanı)

Neyse efendim... 2005 yılındaki seçimde Papa Benedict seçimi kazanıyor, biz sonrasında 2012 yılına geliyoruz. Bu tarihte, Papa Benedict ile Bergoglio Vatikan'da bir araya geliyor. Uzun sohbet sahneleri işte bu tarihe ait. Papa Benedict, aslında görevi devredecek uygun bir aday arayışındayken; mütevazi Bergoglio'nın derdi ise bir an önce emeklilik dilekçesini imzalatmak.  


İki Papa'nın sohbeti, bizi tarihin karanlık noktalarına götürüyor; bir yanda Nazi olmakla suçlanan kuralcı, gelenekçi Benedict diğer yanda bir zamanlar ülkesindeki askeri cuntaya destek vermekle suçlanan sade, lüks sevmeyen, tango ve futboldan hoşlanan Bergoglio. Bu sohbet sırasında Bergoglio'nun kendi kişisel tarihine gidip nasıl bir dönüşüm geçirdiğine, kiliseye yönelik eleştirilerine tanıklık ediyoruz. Hristiyanlığa, Katolik inancına ilişkin birşeyler bilmeyen biri için bile bir kişinin dramatik öyküsü aynı zamanda film. Bonus olarak da ilgi duyanlara, Kilise'nin yaşadığı çalkantılar, Papalık kurumu, dinde reform talepleri eşlik ediyor. 

Eğer Vatikan'ı gezme fırsatınız olduysa, sürprizzz gezdiğiniz yerleri filmde görebilirsiniz. Meğer filmin çekimleri için 1473 yılında yapılan Sistina Şapeli'nin birebir kopyasını yapmışlar. 

17 Temmuz 2020

Deli ve Dahi - Kelimelerin Bize Anlattıkları

Kelimelerle anlaşıyoruz. Bildiklerimizi kelimelerle aktarıyoruz. Duygularımızı, düşüncelerimizi, öfkemizi ifade etmek isterken kelimeleri yardıma çağırıyoruz.Ama kelimeler durağan değil, kendi geçmişlerinden bugüne ulaşıyorlar. 
Tınıları, çağrışımları zaman içinde değişiyor, toplumdan topluma farklı anlamlar ifade ediyorlar. Örneğin, bir dili biliyorum demek aslında o dildeki kelimeleri, çağrıştırdıkları anlamlarıyla yerli yerinde kullanıyorum demek. Bu nedenle zor. Dil her zaman değişiyor dönüşüyor, stabil değil. Bazı kelimeler kullanılmaya kullanılmaya paslanıyor ve ömürlerinin sonuna geliyor; başka dillerden kelimeler geliyor, türüyor, ürüyor hep bir devinim.   
Bütün bunları bana Oxford İngilizce Sözlüğü'nün nasıl meydana geldiğinin hikayesini konu edinen "Deli ve Dahi" filmi düşündürdü. Geçen yıl çekilen filmin başrollerinde Mel Gibson ve Sean Penn yer alıyor. 


O anlı şanlı sözlüğün arkasında gerçekten deli olmaları gereken insanlar var. Yapılacak, hayal edilecek iş değil. Düşünsenize İngiliz dilindeki tüm sözcükleri ve anlamlarını, tarihsel değişiklikleri ve etimolojileri içinde ele alarak bir araya getirmek. Sözcük atlamamaya çalışmanız gerekiyor, yüzyıllar içindeki değişimini takip etmeniz gerekiyor. Bunun için yazılmış bütün basılı eserler ele alınıyor vs. Gerçekten delice.  
Mel Gibson'ın canlandırdığı James Murray, nice başarısız denemeden sonra Oxford Sözlüğünü ortaya çıkaracak ekibin başına getirilir. Bunu yaparken de İngilizce konuşan herkesten katkı isterler. Ummadıkları katkı bir akıl hastanesinde tutulan Dr. Minor isimli birinden gelir. Minor, sözlük için yaklaşık 10 bin kelime gönderir. Unutmadan film yine bir kitap uyarlaması, kitap Simon Winchester'a ait. 

14 Temmuz 2020

Adalet Ağaoğlu

Okumak, izlemek çok kişisel bir serüven. Bir eserin derinliği, senin o katmanlarda dolaşma ve anlama sınırının genişliğiyle anlaşılıyor. Kimi zaman da hayatındaki dönüşümler, mihenk taşlarıyla bir kitap örtüşüyor. Bakıyorsun başka bir insanda böyle bir karşılığı yok.



2015 senesi, benim kişisel tarihimde de bir dönüm noktası. Çocukluktan bu yana içinde olduğum, hayalini kurduğum bir dünyanın –aslında hiç de ideal değildi- tamamen dışına itilmek ve o tarihten sonra bir şekilde kendimi ait hissetmediğim yerlerde tutunma çabamın devam etmesi.

İşte Adalet Ağaoğlu benim kendi halindeki dünyamda, büyük bir çalkantının yaşandığı 2015 yılında yeniden hayatıma girdi ve bana yaren oldu. Yeniden girdi diyorum çünkü Ağaoğlu’nun çok bilinen üçlemesi “Ölmeye Yatmak”, “Bir Düğün Gecesi” ve “Hayır”ı okumuş ve çok sevmiştim.  Tekrar hayatıma girdiğinde ise ona günlükleriyle çok yakındım artık. Damla Damla Günler ismini taşıyan ve 4 ciltten oluşan bu günlükler, bir kadının yazma/okuma/öğrenme iştahını, hayata karşı sarsılmaz merakını, kendini emek emek var etme çabasını, hatalarını, yanılgılarını büyük bir cesaretle anlatırken, bir yandan da bana pes etme dedi durdu.


O günler, bu günlükleri okurken, Adalet Ağaoğlu halen siyasi tercihleri açısından çok da eleştiri alan bir konumdaydı. Ben ilk ağızdan okuduğumda, bir yazarın, belki ilk bakışta ahmakça gelen “bu düzen değişmeli, kim değiştirirse değiştirsin” saf inancını görmüş, sonradan kendisine kahretmesini de okumuştum. Aradan yıllar geçmesine karşın halen bu kadar güncel olarak Adalet Hanım'a kızılmasının arkasında belki de o tek kişinin bir şeylere kanması/yanılmasından çok halen ülkede değişimi başaramamış, buna karşılık kendini değil başka birini suçlamayı tercih etmiş iktidara hasret insanların olduğunu düşünüyorum. Keşke bir kadın yazarın kanaatleri, ülke yönetiminde bu kadar etkili ve önemsenir olsaydı, ama değil.      

O günlerde de ileri yaşlarında olan Adalet Hanımın bir gün hayatını kaybettiğinde çok çok üzüleceğimi biliyordum. Yol arkadaşı, dostu çok sevdiği eşinin kaybıyla artık yaşamla arasına mesafe koyduğunu anlamıştım. 

Adalet Ağaoğlu iyi ki yaşadın, iyi ki yazdın, iyi ki Aysel'i yarattın, iyi ki günlüklerine içini döktün ve bizim de duygularını en çıplak haliyle paylaşmamıza izin verdin. Saygı ve sevgiyle. 

Nefesini tut, şimdi bırak

"Aklımızdan geçenleri başkaları bilseydi hiç dostumuz kalmazdı" diye bir söz vardı. Bol ödüllü, kısa film Nefesini Tut, bunu sistem eleştirisine uyarlamış.

Nefesini Tut, haberlerde, reklamlarda yüzeyde anlatılanların arkasındaki gerçekleri bilseydik, arkadaşlarımızın, ailemizin söylediklerini değil de gerçekten düşündüklerini bilseydik, ne olurdu sorusuna yanıt arıyor. 

Başrollerinde Güray Özcan, Ayşe Tunaboylu'nun rol aldığı 2018 yapımı bu kısa filmin almadığı ödül kalmamış.


12 Temmuz 2020

Süper Kahramanlar Emekli Olur Mu?


İşte yine sandıktan çıkardığım bir film daha “Birdman veya Cahilliğin Umulmayan Erdemi” ismini taşıyor. Meğer çekildiği 2014’de çok ses getiren bu film (hiç hatırlamıyorum) en iyi özgün senaryo ve en iyi film ödüllerinin sahibi olmuş.



Arjantinli yönetmeni Alejandro Gonzales Inarritu’nun adını anımsayamasam da çektiği 21 Gram ve Paramparça Aşklar Köpekleri biliyorum. Gerçekten sıradışı bir yönetmen ve yine sıradışı bir iş yapmış. İzlerken zaman zaman yorsa da filmin çekim tekniği oldukça ilgi çekici; sanki kamera çekime başlamış ve aralıksız çalışmış, en son filmin sonunda kapanmış gibi, bu nedenle ne zaman filmin içindeki tiyatro oyunundayız ne zaman günlük hayata dönüyoruz bazen karıştırıyoruz. Oldukça gerçekçi bir anlatımı var.

Film adeta bir ünlüler geçidi… Herhalde en az tanınan da başrolde oynayan Michael Keaton’dır. Onun dışında Emma Stone, Naomi Watts, Edward Norton rollerinin hakkını bir güzel veriyor.



Riggan, bir zamanlar Birdman serisiyle üne kavuşan 50 yaşlarında bir aktör. Aradan geçen yıllardan sonra Broadway’de bir oyunu sahneye koyup oynayarak “ben ölmedim” deme peşinde. Sahneye koyacağı oyun da benim açımdan bir sürpriz oldu, yeni tanıştığım ünlü Amerikalı öykü yazarı Raymond Carver’ın bir eserinin sahne uyarlaması.

Riggan bu oyuna büyük bir anlam yükler; adeta bir varolma savaşıdır bu onun için. Oyunun başarısı ve başarısızlığı onun hayatla kurduğu ilişkide ince bir çizgidir adeta.

11 Temmuz 2020

Hayallerin Peşinde

Ya Hayaller Gerçek Olmazsa?

Modern Amerikan klasikleri arasında kabul edilen Richard Yates'in 1961 yılında yayımlanan Revolutinary Road kitabını, yönetmen Sam Mendes başarıyla sinemaya uyarlamış. Türkiye'de Hayallerin Peşinde olarak bilinen 2008 yapımı filmin başrolünde Kate Winslet ve Leonardo DiCaprio yer alıyor.

Erken bir dönemde "Amerikan Rüyası"nın sert sorgusunu içeren kitaba oldukça sadık kalan filmde, alıştığımız orta sınıf eleştirisinin ötesinde "hayal kurmaktan vazgeçersek bize ne olur" sorusuna da yanıt aranıyor.



Birbirlerine aşık olan Frank ve April, evlenip kurulu bir düzene geçerek iki de çocuk yaparlar. Frank, eskiden babasının çalıştığı tarım makinaları satan bir şirkette sevmediği bir işte çalışırken, oyunculuk hayalleri suya düşen April mutsuz bir ev kadınına dönüşür. April, birbirlerinden uzaklaştıklarının farkındadır, mutsuzdurlar. İçinde yaşadıkları dünya, mavi panjurlu şirin evlerine, bütün konforuna ve lüksüne karşın onları tatmin etmiyordur. April cesurca bir karar alır ve herşeyi bırakıp bir zamanlar Frank'ın hayali olan Paris'te yaşamalarını önerir. Evet Paris belirsiz ve bilinmeyendir, ancak yine de hayallerinin peşinden gitme şansıdır. Aldıkları bu karar, hiçbir zaman buna cesaret edemeyecek yakın arkadaşlarını ve komşularını rahatsız eder.


Film, "hayallerimiz elimizden alınırsa geriye ne kalır?" sorusunu merkeze alarak; aile olmak, anne ve baba olmak, başarı, kariyer ve bunlar için göze alabileceklerimizin bir dökümünü yapıyor. Dramatik şekilde hayal etmekten uzaklaşan bir çifti nelerin beklediğini ilmek ilmek örerken, elimizde kalan boşlukla baş etmenin ne kadar zor olduğunu gözler önüne seriyor.

09 Temmuz 2020

Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir



KARIMA

Sofalar seninle serin
Odalar seninle ferah
Günüm sevinçle uzun
Yatağında kalktığım sabah

Elmanın yarısı sen yarısı ben
Günümüz gecemiz evimiz barkımız bir
Mutluluk bir çimendir bastığın yerde biter
Yalnızlık gittiğin yoldan gelir

Uzun süredir rafta bekleyen kitaplarımdan biri olan Selçuk Altun’un Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir’ini nihayet okudum. Hikayeyi tahmin edemezdim tabi ama kitap beni hiç şaşırtmadı. Bibliyofil ve sanatsever Altun nasıl bir kitap yazabilir diye düşündüğümde aklıma geldiği gibi bol kitaplı, resimli, müzikli kısaca bütün sanatlarla dolu bir kitap çıkmış ortaya.

Aynı zamanda bir Oktay Rifat tutkunu da olan Altun’un kitabı ismini Rifat’ın yukarıdaki şiirinin son dizesinden alıyor. Konusu kısaca şöyle:

Çok küçük yaşta anne ve babasını kaybeden Sina, zengin Dayısının yanında ve onun çizdiği yolda parlak bir kariyere kavuşur. Ancak Sina’nın hayatla ilgili farklı planları ve istekleri vardır.  Kitapçoksever Sina ile kitap boyunca çıktığımız yolculukta Bafra’dan Hakkari’ye Beyoğlu’ndan Manhattan’a soluk soluğa “Dünyanın en iyi yazarını” ararız. Bulur muyuz? Sürpriz olsun.

Kitabı okurken kendimi devasa bir kütüphanede, türlü çeşitli türlerin bulunduğu bir müzik evinde, kapsamlı bir sanat galerisinde hissettim. Zaman zaman ayrıntıların ve isimlerin sayısını abartılı bulsam da sanırım kitapseverlerin kaçınamayacağı bir insan Selçuk Altun. Kitaptan, kahramanımız Sina üzerinden taşan bir kibir var mı var; buna karşılık başka bir Selçuk Altun kitabı okur muyum, okurum J

08 Temmuz 2020

Fargo



İnsanın fiziki varlığının ötesinde bitmeyen bir kendini ifade çabası, kendini ifade etme çabası içinde kendine yolculukta yol alanlar, alamayanlar… Bana göre insanın yapıp ettiklerinin, başardıklarının, başaramadıklarının neredeyse tamamı bundan ibaret. İç yolculukta ilerleyip henüz ifade aşamasına gelmemekle birlikte benim yoluma denk düşenlerle buluşmak da hayatı anlamlandırma vesilesi. Sevdiğim filmleri, kitapları yeniden okumayı bundan seviyorum. Yenileri içinse anahtar kelime: merak J ve onların bir kısmı da bu yolculuğa dahil oluyor sonrasında.


Coen kardeşlerin karanlık, vahşi suç dramaları içinde en çok sevdiğim Fargo olabilir. Gerek yarattığı beyaz, kristalize, sağır oda görünümlü atmosfer, gerek müziği düş gücümü her seferinde uyarıyor. “Kimseye zararı olmayacak” küçük hesaplar peşindeki vasat insanın planlarının, “ya bir şeyler ters giderse o zaman ne olur” fikriyle çarpışmasıyla ortaya çıkan filmin bitmeyen ince gerilimi, buna karşılık alttan alta akan muzipliği beni mest ediyor.



1996 yapımı film ABD’nin Kanada sınırındaki Dakota Eyaleti’nin en büyük şehri Fargo’da geçiyor. Fargo aklımda o kadar kar kışla özdeşleşmiş ki, şehrin internet sitesine girip bakınca aslında yaz mevsimi de yaşandığını görüp şaşırdım J  Ha unutmadan müzikler Carter Burwell’ınmış, enfes değil mi?

07 Temmuz 2020

Herkes gider Mersin’e ben giderim tersine


Bu sıcakta yapılacak en iyi şey Mersin’in tersine bir yerlere gitmek olabilir, yanlış bir söz değil bence J
Ben dizi deyince kendi halinde yapımları seviyorum. Sevdiklerimden biri de Dead To Me oldu.
Kocasını bir kazada kaybeden Jen ve arkadaşı Judy’nin başına gelenlerin anlatıldığı dizi, hiç yormadan hoşça vakit geçirttiriyor.
Orta yaşlı iki kadını dizinin başrolüne koymaya cesaret ettikleri için yapımcıları da yürekten alkışlıyorum!!! Bir sezon daha olacakmış galiba.
Dizinin başrol oyuncularından Christina Applegate bize hiç de yabancı değil. Yıllar yıllar öncenin fenomen dizisi Married With Children’daki Kelly Bundy’den başkası değil Applegate.


06 Temmuz 2020

Ennio Morricone de gitmiş


“İyi, Kötü, Çirkin”, “Birkaç Dolar İçin”, “Bir Zamanlar Amerika’da” ve akla hayale gelmeyecek kadar çok filmin müziğinde imzası olan Morricone 91 yaşında ölmüş. Bu yetenekli İtalyan'ın anısına en sevdiklerimden birini buraya bırakıyorum: 

Kadın kahramanlar anlaşılmak istiyor


Kovid salgınına kadar dizi izleyen biri olmadım. O bitmek tükenmek bilmeyen sezonlar gözümü korkuttu sanırım. Salgınla birlikte eve gönderilince, konsantrasyon da minimuma düşünce, başladım dizi izlemeye… İlk önce mini mini–unortodoks, dead to me vs.- sonrasında kapsamı daha genişleterek.

Kadın kahramanlı kitaplar, filmler hoşuma gidiyor. Dizilerde de bu kural değişmedi. Agatha Christie’nin geçkin ama merakından hiçbir şey yitirmemiş kasaba gizem çözücü teyzesi Miss Marple’dan bu yana zaten hastasıyım kadın dedektiflerin. Marcella da belki bu yüzden ilgimi çekti. Standart bir güzel olmaması ve tipik mükemmel başkahramandan uzak oluşu da cazibeli ayrıca.


Marcella: Başrolünde Anna Friel'in yer aldığı dizi

Geçmiş defterleri kapat(a)madığı için ruh hali sürekli gelgitler içinde çalkalanan bu güzel, delibozuk dedektifin maceralarını izlerken, etrafındaki alt notaları odunsu heriflerin hiçbirinin Marcella’yı anlamadığını düşündüm. Atlatmanın çok zor olduğu bir konuyla boğuşurken, bu güzelim kadın kahramanın ne kadar yalnız ve anlaşılmak istediğini düşündüm sık sık.


Marcella’yı izlerken bir yandan da Kıymetli Şeylerin Tanzimi’ni okudum. Bu çok karakterli naif kitabın kadın kahramanlarından biri olan Gülemdam adeta bütün kadın kahramanların sesi olmuş gibi geldi bana:

Gülendam ne istiyor?

Gülendam sevilmek, beğenilmek, anlaşılmak, hoş görülmek, şımartılmak hoşa gitmek , ne yapsa yine sonunda vazgeçilmemek, kıymet görmek kendini güvende hissetmek istiyor.